Edebifikir 2010’da kuruldu, 2020’de inşallah onuncu yılına girecek. Bu azımsanacak bir süre değil; Sulhi Ceylan’ın ömrünün dörtte birine tekabül ediyor. Benim üzerimde genel olarak Edebifikir’in, özel olaraksa kıymetli editörümüzün emeği ve tesiri büyüktür. Muhakkak diğer yazar arkadaşların ve okurların üzerinde de Edebifikir’in kayda değer bir tesiri olmuştur. Bilerek ‘kayda değer’ diyorum, bu tesirin kayıtlara geçmesini istiyorum çünkü. Kayıtlara geçsin ki atılan taşın ürkütülen kurbağaya değip değmediği ortaya çıksın. Bu münasebetle editörümüze ve birkaç yazar arkadaşıma “ne yapabiliriz?” diye sordum birkaç ay önce, “bakınız şöyle bir şey yapabiliriz” diye bir teklif de sundum; bir kişi hariç beklediğim geri dönüşleri alamadım. Soruyu değiştirdim mecbur: Ne yapabilirim?
Yapacağım şey belli aslında, Edebifikir’in hayatıma dokunan taraflarını yazmak. Eğer yazarlarımız ve okuyucularımız Edebifikir’in hayatlarına dokunan taraflarını yazmak isterlerse bu yazı bir hasbihâle vesile olur ki, bundan memnuniyet duyarım.
Bir Maceranın Muhasebesi
Anlayışınıza sığınarak hikâyeyi biraz başa sarıp kendi okurluk maceramın kısa bir muhasebesini yapmak istiyorum. 2010’da üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde, doğduğum ve beş yaşına kadar yaşadığım şehre dönmüş oluyordum. Araya giren on beş yıllık taşra yaşantısından sonra İstanbul’a alışmakta zorlanacağımı sanıyordum, hiç de öyle olmadı. Fatih Sultan Mehmet köprüsünden geçerken, içimde ait olduğum yere gelmişim gibi bir his ve yüzümde sıcacık bir tebessüm belirmişti. İstanbul Üniversitesinde talebe olarak geçirdiğim ilk günden sonra Sahaflar Çarşısına gittik bir arkadaşla. Kitap okuma alışkanlığını yeni yeni kazanan bir okurdum; babamdan kalan mütevazı kitaplığı zenginleştirmek istiyordum. Olanca harçlığımı vererek Necip Fazıl’ın Çile’sini ve Mevlana hazretlerinin Mesnevi’sini (Ötüken Neşriyat) aldım. Benim gibi müktesebatı yetersiz bir okur Mesnevi’den ne kadar istifade edebilirdi? Edemedim nitekim. Bazı temel bilgileri edinmeden bu tür külliyetli, derinlikli kitapları okumak pek bir fayda sağlamıyor; Mesnevi edebî/tasavvufî bir Kur’an tefsiri nihayetinde. Necip Fazıl’dan sonra Attila İlhan, Cahit Zarifoğlu ve Ömer Hayyam’ın şiirlerini okudum. Zarifoğlu’nun kitabını yarı etmeden kaldırıp attığımı hatırlıyorum; pîr aşkına, hiç böyle şiir mi yazılırdı! Bir süre Batı klasikleriyle meşgul oldum. Babamdan kalan tasavvuf klasiklerine arada göz atıyordum; en çok da İhya ve Marifetname’ye. Türkçe üzerine yoğunlaştım, giderek artan ve bugün de devam eden bir hassasiyetle. Birkaç ay tarihî romanlardan başımı kaldıramadığımı hatırlıyorum. Destanların, gazâvatnâmelerin tadını alınca ve Âşıkpaşazâde gibi kaynakları keşfedince soğudum tarihî romanlardan. Yolum edebiyat dergilerine de uğradı ama fazla eğleşmek istemedim o menzilde. Cemil Meriç, Sezai Karakoç ve İsmet Özel’in kitaplarıyla tanıştıktan sonra zihin konforum bozulmaya başladı.
Derken biri çıktı karşıma; Bekir hocam, ağabeyim. Hemen samimi olduk. Birkaç gün sonra beni, dinimi bilmemekle itham etti. İhya ve Marifetname’yi yemiş yutmuş (!) birinin özgüveniyle aksi yönde biraz direttiysem de sonunda o haklı çıktı, kabul ettim bilmediğimi.
(Tuzak Soru: –Abdestin vacipleri kaçtı, say bakalım? –Imm şey.. birdi galiba? Yok yok, ikiydi, iki! –Bilemedin, otur, sıfır!)
Onun gözetiminde peş peşe beş tane akaid kitabı, bir tane kader hakkında müstakil bir eser, iki tane ilmihâl kitabı okudum. Yetmedi, Halil Gönenç hocanın fetvalarını okuttu bana. Tuğla gibi romanları ikişer üçer günde okuyan ben, yüz-iki yüz sayfalık akaid kitaplarını okurken kanser oluyordum resmen; bitmiyordu kitaplar, daralıyordum. “Bir yıl oldu” dedim, “Artık sal beni, yeter!” Hocam “Yetmez” dedi, “Talimü’l-Müteallim ile Mecmau’l-Adab’ı da okuyacaksın!” Azad olabilmek için okudum mecbur. Zamanla gölgesini çekti üzerimden, hocalıktan ziyade ağabeylik etti, hâlâ da ediyor sağ olsun.
Tam o ara Edebifikir ile tanıştım. 2013’ün ilk günleri… Sitede biraz gezindikten sonra Racon ve Sen de Yaz bölümlerini okudum. İçimde bir his ve yüzümde bir tebessüm belirdi; bir an, İstanbul’a geldiğimde kapıldığım duygu ile aynı duyguya kapıldım. Sonrasında müthiş bir ürperti kapladı içimi. Çünkü şöyle yazıyordu Racon’da: “Dünyada yer işgal etmenin bedeli vardır. Edebifikir, bunu duyurmanın yükümlülüğünü hisseden bir sitedir. Burası sadece bir takım metinleri okumak için var değildir. Kalplerde ve zihinlerde olanı gözlerde ve bileklerde gösterme çabasındadır. Edebifikir, fikri hareketle mezcetme davasında olan bir yapıyı barındırır. Dolayısı ile bu siteyi takip edenler, okuduklarından sorumludur.”
Her ne kadar “..bir yapıyı barındırır” gibi bazı ‘gayritürkçe’ ifadelerden rahatsızlık duymuş olsam da, koyulaştırdığım son cümlenin tesiriyle sitedeki metinleri büyük bir ciddiyet ve mesuliyetle okumaya başladım. Bir ay sonra editöre mail attım, Edebifikir ile karşılaşmaktan duyduğum heyecanı bildiren bir e-posta. Edebifikir’i okudukça kendime şunu sorma ihtiyacı hissediyordum: “Ya bundan önce sorumsuzca okuduğum kitaplar ne olacak? Bitti mi onlarla işim?” Sahi, Bekir hocamın okuttuğu kitapları bir an önce bitirmek, eh hadi biraz da malumat edinmek için üstünkörü okumamış mıydım? Evvelce okuduğum ilmî/fikrî eserleri tekrar elime aldım. Sorumlu bir okura yakışacak şekilde yeniden okudum pek çoğunu; işaretleyerek, not alarak, bazı kısımlarını ezberleyerek… Daraldıkça Edebifikir’e giriyor, ilacını alıp rahatlamış bir hastanın psikolojisiyle tekrar kitaplara dönüyordum.
Birbirimizin Hem Hocası Hem Talebesi Olduğumuz Yer: Edebifikir
2013 ve 2014 yılları, bence Edebifikir’in en parlak yıllarıdır. O dönemde ardı ardına Sezai Karakoç, İsmet Özel ve Cemil Meriç dosyaları hazırlanmış, onlarca nümayiş düzenlenmişti. Ben üniversiteyi boşlayıp ticarete atıldığım için işten güçten başımı kaldırıp Edebifikir’in 2013 yılındaki faaliyetlerine iştirak edemiyordum. Gün içerisinde defalarca kez girdiğim sitede bir eksiklik gözüme çarpıyordu; burada yayımlanan şiirler ne kadar zayıftı öyle! Artık kendimdeki cevheri daha fazla saklayamazdım. O zamana kadar yazmış olduğum bir defter dolusu şiirden birini seçerek editöre yolladım. Sitenin şiir yükünü taşımak için omuz vermekti niyetim. Gizli şair nihayet kendini aşikâr edecekti. 2013’ün Nisan ayındaydık ve kuvvetle muhtemel hava yağmurluydu. Kendimden emin, editörün takdir ve iltifatlarına mazhar olmayı bekliyordum fakat o da ne! Editör yolladığım metni zayıf bulmakla kalmamış, bol bol şiir okumam gerektiğini salık veren bir mail atmıştı. İneğin süt vermek için süt içmesine gerek var mıydı? Kitap okuyup okumadığını soranlara, Necip Fazıl böyle bir nükteyle cevap verirmiş ya, benimki de o hesap. Neyse dedim, bu yolladığım şiir ziyadesiyle derin olduğundan gafil editör anlamamıştır. Birkaç ay sonra bir şiir daha döşendim. Bu sefer “İkinci yeni şairlerini oku, çalışmaya devam et, olacak zamanla…” diye bir cevap geldi. Yılmadım, birkaç ay sonra bir şiir daha postaladım. Sonuç değişmedi. Yıkılmıştım. Orta mektepten beri var olduğuna inandığım şairlik kabiliyetim(!) duman edilmişti âdeta. Bir ara umutlandım, Mehmet Raşit Küçükkürtül, Mostar dergisinin tezgâh bölümünde iki metnimi neşredince, yıkıntılarımdan bir saraycık inşa edebilirim belki dedim ama kısa sürdü bu vehim. Son derece zayıf olan o iki metni Mehmet Raşit alicenaplığından yayımlamıştı, yolun başındaki bir şiir meraklısına özgüven kazandırmak istiyordu, o kadar. Sulhi Ceylan’la yüz yüze gelip tanıştıktan sonra kendi viranemin baykuşu olmaya rıza gösterdim. Viranemin defineye mâlik olup olmadığı zamanla anlaşılırdı nasıl olsa. Evvela beklemeyi bilmek gerekiyordu.
Editörün tavsiyelerine uydum. Sadece İkinci Yeni şairlerini değil, Yunus Emre’den bu yana ulaşabildiğim ne kadar Türk şairi varsa hepsini okumaya, hepsinin rengine ve ahengine nüfuz etmeye çalıştım. Bir gün Sulhi Ceylan’a şu itirafta bulundum: “Seninle tanışmadan önce günde iki-üç şiir(!) yazabiliyordum fakat şiirin ne olduğuna/olmadığına dair hiçbir fikrim yoktu; seninle tanıştıktan sonra şiirin ne olduğunu değilse bile ne olmadığını bir parça öğrendim ama artık şiir yazamaz oldum.” Son bir iki yıldır Sulhi abi yazdığı şiirleri bana gönderiyor; herhangi bir eleştiri veya tavsiyemin olup olmadığını öğrenmek için. Ben de hadsizlik edip şurayı şöyle, burayı böyle düzeltebilirsin, şurası zayıf, burası klişe olmuş gibi cüretkârca yorumlar yapıyorum. Onun verdiği cevap hep aynı: CANIMSIN (peltek s ile). Üstüne üstlük dikkate de alıyor bazı sözlerimi! Bu anekdotu paylaşırken “ben şöyleyken böyle oldum, şu kadar merhale kat ettim” gibi bir düşüncede değilim. Ya da inşallah değilimdir diyeyim; gafletime pay kalsın. Az önce Mehmet Raşit’in alicenaplığını zikretmiştim, bu da Sulhi Ceylan’ın alicenaplığıdır. Edebifikir’deki bu durumu şahsen şöyle formüle ediyorum: Birbirinin hem hocası hem talebesi olmak.
Bu sitenin hayatıma kattığı güzel insanlardan bahsetmezsem içim rahat etmez. Burayı sanallıkla mukayyet bir mecra olarak görmüyorum asla. Edebifikir vasıtasıyla tanıştığım insanlarla bir çayevinde oturup sohbet etmek, benim için çok güzel bir şiir yazmaktan daha değerli.
Burada Samet Çıldan gibi bir ‘ahret kardeşi’ edindim. Gönlümdeki yeri çok özeldir. İbrahim Halil Aslan gibi anlayışlı, gençlerin dert ortağı olmayı bilen kıymetli bir dervişi tanıdım. Bahadır Dadak ile tanışma bahtiyarlığına erdim ki hakikaten kendisi cins bir kafadır. Müthiş zengin bir muhayyilesi var. Eğlenceli, insancıl biri. Bohemyalı olmak dışında gözüme batan bir kusuru yok. Davut Bayraklı ile istikrarlı bir görüşme itiyadı tutturamadık bir türlü. Fakat her buluştuğumuzda Davut abiden mutlaka bir şey öğrenmişimdir. Acayip anekdotları, deyimleri, mizah anlayışı ve samimi yaklaşımıyla insanı cezbeder. Hürmet ve muhabbet beslediğim müstesna bir kişidir. Adem Suvağci ve Muhammed Furkan Kâhya gibi saygılı, yetenekli, ileride iyi işler yapacaklarına inandığım genç kardeşlerimi tanıdım. Burada tanıdığım üç isim daha var ki, onlardan biraz uzunca bahsetmek isterim.
Hocam ve Dostum: Mehmet Raşit Küçükkürtül
Mehmet Raşit Küçükkürtül, Edebifikir’de yazılarından en fazla istifade ettiğim kişi. Ondan ufkumu açan çok şey öğrendim, bu yüzden kendisini her şeyden önce hocam olarak görürüm. Yazılarımda ismini doğrudan zikrediyorum fakat birebir yazışma ve görüşmelerimizde kendisine hocam diye hitap ederim; akranım olmasına rağmen, üstelik de hiç gocunmadan.
Mehmet Raşit’in yazıları ve kitapları bir yana, Edebifikir’e yazdığı yorumlar bile çok değerlidir benim için. Mesela iki yıl önce Sulhi Ceylan’ın bir şiirine şu yorumu yapmıştı: “edebî türler meselesini hal yoluna koysaydık belki de sulhi ceylan şair değil, aforizma yazarı olacaktı.” Burada bazı kimseler Sulhi Ceylan’ın iğnelenmesine takılıp kalabilirler. Oysa yorumda beni asıl cezbeden edebî türler meselesini hal yoluna koyamamak olmuştu. Meselenin şiirimiz ve edebiyatımız için ne kadar ehemmiyetli olduğunu bu yorumdan sonra düşünmeye başlayınca anladım. Hâlâ edebiyatımızın tarihi hakkıyla yazılamamıştır. Bu bence tamamen edebî türler meselesinin hal yoluna koyulamamasından kaynaklanıyor. İki yıldır düşündüğüm bu konu hakkında bende hâsıl olan kanaat şu oldu: Evvela şiir edebî bir tür değil. Edebiyat ve şiir arasına ince bir çizgi çekmek gerekir. Bu ikisi ayrı disiplinlerdir. Şiirimizin tarihi müstakil olarak yazılmadıkça, edebiyatımızın tarihi de yazılamaz. Yazılamıyor da zaten. Nedenini başka bir yazıda etraflıca yazarım belki. Mehmet Raşit’in hocam olarak üzerimdeki tesiri, görüldüğü gibi doğrudan değil, daha ziyade dolaylı. Tesiri dolaylı olsa da benim ona hürmetim doğrudandır. Bana kattıkları için kendisine teşekkür edeyim bu vesileyle.
Mehmet Raşit ile dostluğumuz ise yaşanmışlıktan doğan bir ünsiyet sonucunda oluşmadı. Onun İstanbul’da olduğu yıllarda ben ticaretle uğraşıyor ve ziyarete fırsat bulamıyordum. Bilahare ticareti bıraktım ama yalnızca birkaç kez görüşme fırsatı bulabildik. Kendisi kısa bir süre sonra terk etti İstanbul’u. Onunla dostluğumuz fikir dostluğudur. Yani bu da biraz dolaylı bir dostluk sayılır. Şahit olanlarınız vardır; iki başıbozuk olarak “Bohemyalılar”a karşı mücadelemiz haklılık davasından uzak, dişe dokunur meseleleri konuşup tartışabilme imkânını yoklamaktan ibaretti. Hayfa! Anlaşılmadık. Birlikte yapmak istediğimiz şeyler var. Ayrı şehirlerde bulunmamızdan dolayı bunları henüz eyleme dökemedik. Aynı rüyayı görerek uyandığımız bir sabahın geleceğine, kaderlerimizin bir gün daha elverişli şartlarda kesişeceğine inanıyorum.
Dostum ve Ağabeyim: Celâl Kuru
Celâl Kuru ile 2014’ün son günlerinde tanıştık yanlış hatırlamıyorsam. O zamanlar sadece kitap değil aynı zamanda dergi kurduydu. Twitter bağımlısı olmamıştı henüz! Bilinçli olarak android telefon kullanmıyordu. Sistemin onu dönüştürmek istediği şeye karşı direnç gösteriyordu, sonradan o gıpta edilesi direnci kırıldı. Bakmayın şimdi hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi beğenmemesine, Celâl abi o zamanlar tam bir dervişti erenler!
Hâlâ benden iyi bir derviş olduğuna şüphem yok. Fakat dervişlik konusunda asgari ölçü ben isem eğer, Celâl Kuru’nun kendini şöyle bir siygaya çekmesi gerekir. Benim irapta mahallim yok zira. Latife bir yana, Celâl abiyi çok severim. Tam bu yazıyı yazdığım sırada beni aradı hâl hatır için. Buluşma teklif edecekti fakat yazı yazdığımı öğrenince vazgeçti. “Yazı dediğin nedir abi?” dedim, “seninle edeceğim hasbihâlin yanında yazacağım üç beş satırın lafı mı olur!” Buluştuk hemen, iyi de ettik. Buluştuğumuzda yanından ayrılmak istemediğim iki insandan biridir kendisi.
Onun gıpta ettiğim başka yönleri de var. Anne ve babasına karşı saygıyı bir an bile elden bırakmayan son derece hassas tutumuna gıpta ederim mesela. Anlaşılmadığını hissettiğinde diretmeyip geri adım atmasına, çok iyi bir dinleyici olmasına, kendi zaaflarını dürüstçe eleştirebilmesine gıpta ederim. Aslında meşrep olarak birbirimize pek yakın olduğumuz söylenemez. O karamsar ve sakin (görünen) bir insan. Yeni bir kitap alırken duyduğu heyecanı saymazsak, heyecansız bir insan olduğunu da söyleyebilirim. Bense coşkun, heyecanlı, umutlu bir insanım. Öyleydim daha doğrusu. Giderek kaybettim, kaybediyorum bu hususiyetlerimi. Biraz kendine benzetti beni galiba. Gerçi o benim Kafka ve Cioran gibi bedbin kalemlere karşı ilgimi artıramadı ama sanırım ben onun Yunus Emre’ye karşı ilgisini bir parça artırabildim. Celâl abiyle bazen geceleyin telefonda iki saate yakın konuşuruz. Yetmez, sabahına yüz yüze görüştüğümüz olur. Gel de böyle doyumsuz bir dostluğa vesile olan Edebifikir’i sevme! Mümkün mü?
Dostum, Ağabeyim ve Hocam: Sulhi Ceylan
Buluştuğumuzda yanından ayrılmak istemediğim diğer kişi, Sulhi Ceylan. Onun yazdıklarından istifade ettim elbette ama daha çok kendisinden şifahî olarak faydalanıyorum. Birkaç yıldır devam eden mutat görüşmelerimizde öğrendiklerimi, ciltlerce kitap okusam öğrenemezdim sanırım. Sadr, satırdan daha tesirli. Sulhi Ceylan’ın yaptıklarını ve konuştuklarını önemsediğim kadar yapmadıklarını ve konuşmadıklarını da önemserim. Hiçbir şey yapmamanın anlamlı olabileceğini onun sayesinde öğrendim. Yapmayarak bir şey yapmak. Mış gibi yapma riyakârlığına düşme riski yok. Olanda hayır vardır düsturunu da o öğretti bana. Böylece pek çok endişemden kurtulmama vesile oldu.
Sulhi Ceylan her şeyden önce çok iyi bir dost ve gani gönüllü bir ağabeydir. O kadar ki, hocalık sıfatı bu ikisinin gölgesinde kalır. İşbu sebepten bazı durumlarda münasebetsizlik ettiğim olur, ona karşı haddimi aşarım. Hiç oralı olmaz, takılmaz. Kendi kendime hatamı anlayıp özür dilediğimde genellikle verdiği cevap şu olur: SIKINTI YOK (bu da peltek s ile). Bazen bu adam benim gibi bir gafile neden tahammül ediyor diye düşünürüm. Bazen de o beni dostu olarak gördüğü için kendimi adamdan sayarım. Ona çok alıştım. Rahmetli babama benzeyen tarafları var. Sağ olsun, dert babalığımızı yapıyor zaten. Eğer birkaç hafta Sulhi Ceylan’ın aynasından kendime bakmazsam ayarlarım bozuluyor. Geçen gün Adem Suvağci ile konuştuk, o da aynısını söyledi.
Sulhi Ceylan’ın en sevdiğim huyu, gıybete karşı tahammülsüz olmasıdır. Ne gıybet eder ne de ettirir. Eğer ikaz ettiği şahıs gıybete devam ediyorsa, Sulhi abi oradan ayrılır veya başka insanlarla meşgul olur. Durumdan rahatsızlık duyduğunu bir şekilde karşı tarafa hissettirir. Bilmediği konularda ahkâm kestiğini görmedim hiç. Âlimâne değil, şairâne ve dervişânedir. Mesela onun Arapçayı bildiğini, tanışmamızdan epeyce sonra öğrenmiştim. Asla ‘benbilirimcilik’ yapmaz, istişarecidir. Eğer bir parça eleştiriye açık bir kişi olabilmişsem, bunda kendisinin payı büyüktür. Bana kattıkları için kendisine teşekkür etmem yeterli olmaz, ona bol bol dua etmem lâzım.
Artık sözü toparlamalıyım. Mekteplerden öğrendiğimin fazlasını Edebifikir’den öğrendim; üniversite dâhil. Edebifikir sayesinde Bekir hocamın kıymetini anladım. Zarifoğlu’na, Mesnevi’ye ve üstünkörü okuduğum onlarca kitaba geri döndüm. Nihayetinde meselenin kitaplardan ziyade insanı okumak olduğunu fark ettim. Burayı kuran ve yıllardır idare eden, üstelik bunu bizim gibi kaprisli yazar ve okurlara rağmen yapan; kıymetli dostum, gani gönüllü ağabeyim, muhterem hocam: Allah senden razı olsun.
Feyyaz Kandemir
10 Yorum