İki söz… Kurdum oldular. Kemirdikçe kemiriyorlar. Soru üstüne soru, yalnızlık hissi üstüne yalnızlık hissi… Biri, hatırımda Cüneyd-i Bağdadî hazretlerine nispet edildiği şeklinde kalmış şu söz: “Öldükten sonra iyi anılmak isteyende dünya sevgisi vardır.” Diğeri de Atâullah İskenderî hazretlerinin sözü: “Günah işleyince ümidin azalması, amele güvenmenin alametlerindendir.”
Bu ara ya duyularım açık ya da iyiden iyiye hassaslaştım. Belki de sakalımda artıp duran beyazların etkisindendir. Yok canım, otuzuma yeni bastım henüz, diyesim gelse de kendime söylediğim rahatlatıcı yalanların kuyruğuna bunu da eklemeyeceğim bu sefer. Mesele basit; gitmek düşüncesi, ödümü patlatıyor. Kalmak da sıkıcı… Ne yapmalı? Gitmeyecekmiş gibi kalmak da pek akıllıca değil. İşte bunlarla cebelleşirken, birden bire önüme, Jordi Savall diye birinin Granada Eterna albümü çıkıverdi. Oradaki ömür gibi kısacık, iki dakika on bir saniyelik bir enstrümantal parça, ney taksimi, ruhumu velveleye verdi. Comte de Lautreamont müstearıyla Isidore Ducasse, henüz yirmi iki yaşındayken Maldoror’un Şarkıları kitabıyla şiirin klasik söylemine ne yapmışsa; Orhan Veli, Türk şiirine ne etmişse; Oğuz Atay, romanımıza ne katmışsa, bu müzik de bende bu etkileri bıraktı. Sanki sesler, alıntıladığım yukarıdaki iki sözün doğduğu bilinçten kanatlanmışlardı. “Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni / Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni” derken Şeyh Galip, ikinci bir varoluşun, birincisinde yok olmuş olmaya bağlı durumuna atıf yapar gibi “sevdim seni” diyormuş da, maşuktan yanıt, bu kısacık ney taksimiyle geliyormuş gibi hissettim.
İşte, bu tür duygular içerisinde olduğum şu günlerde, eli kalem tutan bir arkadaşımla hasbihal ederken konu, yazmanın nedenine geldi. Karşılıklı sebeplerimizi açıkladık birbirimize. Ben, yeryüzünden silinip gitmek gerçeği karşısında koca bir ağaç gibi düşündüğüm dünya hayatının gövdesine, eski âşıklar misali çentikler atmak, adlar kazımak derdinde olduğumu, bunu ne denli derin yaparsam o derece tatmin olacağımı söyledim. O da, “benimkisi çok basit, ailemin geçim derdi” dedi ve Dostoyevski gibi bir dehanın bile kitaplarının kalın olmasının sebebinin, sadece dehası değil, sayfa başı para alması olduğunu ekledi. Onunkisinin yanında benim sebebim öyle tiksindirici ve zavallıca geldi ki anlatamam. Ne denli batmış durumda olduğumu fark ettim. Peki, İsmail Saib Sencer gibi -yoldan geçene üstad yakıştırması yapılan zamanda onu niteleyecek söz aramadan direkt ismini zikretmek, tanıyanlarınca yeterli olacaktır- birinin kendini herhangi bir eser telif etmeye ehil görmemesini ve şöhretten uzak, kedi ve kitaplar arasında geçen uzun yılların ardından mum gibi ziyasının sönmesini nereye koyacağız?
Dediğim gibi, sinestezik bir algı karmaşıklığıyla baş etmek durumunda olduğum bir dönemdeyim. Ana dili Fransızca olan bir dostuma Rimbaud’nun “Je est un autre” (Ben, bir başkasıyım) sözünü ilettiğimde, karşılık olarak, “Bu ne demek?” şeklindeki sorusu, bana konuşulan dilin, milyarlarca hayatı kuşatan göğün, ancak tek bir gök olmasındaki teklik kadar tek olduğu sonucunu veriyor. İşte o zaman hissin, renk gibi bir tonunun; düşüncenin, herhangi bir yiyecek kadar kesif bir tadının; yabancılaşmanınsa iki şehrin arasındaki uzaklık kadar yoğun bir mesafesinin olduğuyla boğuşuyorum. Belki de bu sebeple “Günah işleyince ümidin azalması, amele güvenmenin alametlerindendir.” hikmetini, büyük ihtimalle muradının dışında anlayıp, dünya namına yapıp ettiklerimden de kendime bir pay çıkarmamın ağırlığı altında ezilmektense kolaya kaçarak kendimi inkâr yoluna sapıyorum. “Hoşça bak zatına” çağrısına ise tam da olduğum yerde kulak tıkıyor, hoşça bakacağım zatımın, aslında zayıflıklarla, hukuksuzluklarla, saplantılarla ve ziyanlarla delik deşik edilmiş olduğunda karar kılıp bakışımı hak etmediğiyle oyalanıp duruyorum. İyi de tüm bu anlattığım hallerim gerçek ise neden bunları yazdıkça rahatlıyorum? Neden kapağı açık kalmış bir alkol şişesi gibi uçuculuğun kaçınılmazlığıyla eksiliyorum? Ne demeye yazdıkça omzumu terk ediyor kelimelerin, düşüncelerin asil yükleri? Ben de mi bir başkasıyım? Yoksa bir başkasının bir başkalığını taklitten öteye gidemeyecek acınası bir mukallit miyim?
Ben:
- Sufle ver Rimbaud!
Rimbaud:
- Allah Kerim.
Cüneyt Dal
2 Yorum