Bağdatlı Süleyman Bey’den Mahmut Şevket Paşa’ya Genetik İhanet

Sultan Abdülhamid’in saltanatı boyunca içinden geçtiği ateş çemberi gerçekten insanı hayrete düşürüyor. Böylesine bir ortamda tahta çıkmak, böylesi bir süreci yönetmeyi göze almak akıl kârı değil. Hele de otuzlu yaşların hemen başında bunu kabullenmek! O büyük sultan bunu nasıl kabul etmiş, bu süreci nasıl böyle ustaca yönetmiş şaşmamak elde değil.

Bu dediklerin doğru ama esas mesele Sultan’ın uğradığı ihanetler. Öyle devlet görevlileri ve paşaları vardı ki, Sultan’ın himmetiyle hayat bulmuşlar, onun ihsanlarıyla adam olmuşlar, ama sonra efendisine ihanet edip yediği kaba pislemişler. Esas onlara ne diyeceğiz? Ya da şöyle sorayım: Senin çizdiğin tabloda Sultan Abdülhamid Han’ın nasıl zorlu bir süreçten geçtiğini gördük. Böylesi bir zaman diliminde bir de en yakınında yer alan ya da senin ihsanınla paşalığa kadar çıkan insanlar seni sırtından vuruyorsa buna ne denir? Veya ne demeliyiz?

Bu anlattığın düpedüz ihanet… Bunu yapana da hain denir. Ama halen kimi kastettiğini anlayabilmiş değilim. İstersen meseleyi aç da, ben de çayları söyleyeyim. Böylece sohbet başlamış olsun.

Kaba cümlelerle çerçevesini çizdiğim kişi Mahmut Şevket Paşa’dır. Kendisini hiç sevmem ama bu benim şahsi kanaatim değil. Yaşadığı dönemde onu seven var mıdır diye merak ederim. Bugün seveni çok, o ayrı mesele.

Bugün, bu adamın sevgilileri de kimmiş? Böyle haini kim sever ki?

Ben, Paşa’nın portresini çizeyim de sorunun cevabını sen oradan çıkarırsın artık. Önce babası Bağdatlı Süleyman Bey’den başlayacağız. Daha sonra Mahmut Şevket Paşa’ya geçeceğiz. Hatta Çırağan Vakası’nın sonuçları üzerinden yola çıkacağız. Yani bir iki adım geriye çekileceğiz ki daha ileriye atlayabilelim.

Yine meselenin etrafından dolanıp sonrasında can alıcı noktaya gideceğim diyorsun. Olur, benim için hiç sorun değil.

Ali Suavi’nin darbe teşebbüsü yani Çırağın Vakası’nı, harp içinde bulunulduğu için Mustafa Paşa başkanlığındaki Divan-ı Harp muhakeme etmişti. Bu muhakeme neticesinde yalnız Hafız Nuri Efendi idama mahkûm olup cezası Akka’da müebbet kürek mahkûmluğuna çevrildi. Filibeli Ahmet Paşa, Hafız Ali Efendi ve Hacı Mehmet Efendi sırasıyla Kütahya, Ankara ve Kastamonu’da ve ömür boyu ve hapsolunmalarına lüzum görülmeden sürgüne hüküm giydiler. Üsküdarlı Nuri Bey 3 yıl Rodos’ta, İzzet Paşazade Süleyman Bey ile Kethüdazade Süleyman Bey ise gene 3’er yıl Sakız’da hapis edileceklerdir. Esad Efendi 3 ay hapis yatacak ve Basiret gazetesi sahibi Ali Efendi ise ömür boyu Kudüs şehrinde oturacak, şehirden dışarı çıkamayacaktı; ayrıca gazetesi kapatılıyor ve 25 altın ödemeye mahkûm oluyordu. 10 yıla mahkûm Pazarcıklı Ahmet hasta olduğu için affedildi. 5 yıla mahkûm Pazarcıklı Molla Karahasan ise firar ettiğinden cezası yerine getirilemedi. Filibeli Şevki ve Filibeli Salih 4’er, diğer 30 zavallı Rumeli göçmeni 3’er yıl hapse mahkûm oldular. Temyiz kâtiplerinden Hakkı Efendi 3 yıl ceza aldı. Sultan Murat’ın Kilercibaşısı Çankırılı Ali Ağa, Aşçıbaşısı Bolulu Hasan Ağa, Şehzade Selahattin Efendi’nin babası Ali Efendi ve yardımcısı Ahmet Ağa, aileleri ile beraber ömür boyu oturmak ve hapislerine lüzum görülmemek üzere memleketlerine sürüldüler. Çankırı, Bolu vs.

Meseleye bayağı temelden girdin.

Bu anlattıklarımın bir nedeni var. Şimdi, Ali Suavi bu kadar adamın başını yakmıştı ama bu kadar mahkûm arasından tabiri caizse cımbızla seçip sana anlatacağım Sakız Hapishanesi’nde 3 yıl hapsine hükmedilen Bağdatlı Kethüdazade Süleyman Faik Bey’dir.

Şimdi anladım. Mahmut Şevket Paşa’nın babası bu… Demek Çırağan Vakası’na karışıp ceza almış!

Evet, ta kendisi… Bu Süleyman Bey, Bağdat’ta doğmakla beraber Arap asıllı değildi. Çerkez ve daha kuvvetli ihtimalle Gürcü olduğu ileri sürülüyordu. Ancak Kuzey Kafkasya halklarından olan Çeçenlerden olması ihtimali de vardı ve en kuvvetli ihtimal olarak bu da görülüyordu. Bu Süleyman Bey, Kuzey Kafkasya’dan göç eden veya köle olarak getirilen Tiflis doğumlu Talip adında birinin oğludur. Bağdat valilerinin sarayında Türk olarak, Türkçe öğretimi tahsil ettirilerek 1826’dan önceki Osmanlı sistemine göre yetiştirilmişti. Devlet görevlisi ve Bağdat valisine kethüda olmuş, iyi Arapça ve Türkçe öğrenmiş, Türkçeyi ana dili kabul etmişti. Basra mutasarrıflığına yani valiliğine kadar yükselmiş, devletin yüksek memurlarından biri olmuştu. Çırağan Baskını’na karıştığı zaman açıktaydı ve İstanbul’da memuriyet bekliyordu. Gözlüklü ve şişmanca idi…

Araya şöyle ilginç ve insanı şok eden bilgiler sıkıştırıyorsun ya, çok hoşuma gidiyor!

Konumuzdan uzaklaşmayalım. İşte bu Süleyman Bey’in 1857 yılının ilk aylarında Bağdat’ta iken Ayşe Hanım’dan bir oğlu olmuştu. Suavi Vakası sırasında 21 yaşında olan bu çocuğun adı Mahmut Şevket’tir. Ve vaka sırasında İstanbul’da Harp Okulu’nda öğrenciydi.

İlginç! Yanlış hatırlamıyorsam o yıllarda İngiltere, Almanya, Rusya gibi birbirinden farklı rejimlerle yönetilen büyük devletlerde babası hükümdara karşı, hükümdarı tahtından etmek isteyen bir suçla mahkûm olan bir çocuk derhal askerî okuldan atılırdı. Bu adama kimse ilişmemiş anlaşılan.

Dediklerin harfi harfine doğru… Ama Osmanlı’ya gelince her şey değişiyor. Çünkü Osmanlı saf ve temizdir.

Babasının suçu yüzünden oğlunun zarar görmesine çok üzülürdü. O yüzden babanın yaptığı hatanın faturasını oğluna kesmezdi. İdam ettiği adamın oğlunu sadrazam yapardı. Yanılıyor muyum?

Gayet güzel tespitler. Hatta şöyle bir ilave yapayım, idam ettiği adamın oğlunu sadrazam yapar dedin ya, tarihte de bunun birçok örneği mevcuttur.

Bu bilgileri merhum Yılmaz Öztuna’nın “Bir Darbenin Anatomisi” kitabından okumuştum.

Bir de Yılmaz Öztuna’nın “II. Abdülhamid, Zamanı ve Şahsiyeti” isimli bir eseri daha var. Onu da tavsiye ederim. Çok iyidir.

Hemen not alıyorum, ilk fırsatta okuyacağım.

Konumuza dönersek… Mahmut Şevket Efendi, kimsenin kendisine karışmaması ve babasının günahının bedelinin şahsına yüklenmemesi neticesinde ve Çırağan Vakası’ndan kısa süre sonra yüksek dereceyle Harbiye’yi bitirdi ve kurmay sınıflarına ayrıldı. Sınıfın birincisi olarak Mekteb-i Erkân-ı Harbiye-i Şâhâne’den 2 Temmuz 1882’de kurmay yüzbaşı rütbesiyle diploma aldı. 25 yaşını yarılamış idi ve Ali Suavi’nin tertiplediği Çırağan Vakası’nın üzerinden 4 yıl geçmiş, babası 1 yıl önce cezasını tamamlayıp Sakız’dan dönmüştü. Sakız’dan Bağdat’a gitmiş, orada da ölmüştü. Mahmut Şevket Efendi, Almanya’ya da gönderildi. Çok iyi Almanca, Fransızca, Arapça ve Farsça öğrendi. Girit’te bulundu. Fakat daha çok İstanbul’da görevlendirildi. 1884’te kolağası yani kıdemli yüzbaşı, 1886’da binbaşı, 1889’da kaymakam yani yarbay, 1891’de 34 yaşında miralay yani albay oldu. Sonra 9 yıl Almanya’da görevlendirildi. Hatta bir ara Fransa’da kaldı. Oralardaki Türk subaylarının stajlarında ve yeni silahları öğrenmelerinde başlarında bulundu.

İyi de ne zaman general olacak? Tüm rütbeleri saydın, paşa demedin hâlâ!

Osmanlı’da, Serasker’in imzası ile alınabilecek son rütbe albaylıktı. General olabilmek için Osmanlı düzeninde padişahın tasdiki ve imzası şarttı. Herhangi bir tarafını beğenmediği albayı generalliğe yükseltmemek padişahın hakkıydı. Takvimler 1895 yılını gösterdiğinde Sultan II. Abdülhamid Han’ın önüne, Miralay Mahmut Şevket Bey’in sicil dosyası konuluyor. Serasker Rıza Paşa, bu subayın generalliğe yükseltilmesini padişahın takdirine sunuyor. Sultan Abdülhamid, sicili tetkik ediyor tabiî. Bakıyor, 38 yaşında bir albay. Çok da iyi yetişmiş. Aslında bu genç subaya yabancı da değil, kendisini tanıyor ve görevlerini takip ediyordu. Adamın tek bir kusuru var: Babası. Abdülhamid Han da, babasını gayet iyi tanıyordu. Ali Suavi Vakası’na katılmış, kendisini devirmek istemişti.

O zaman neden bu adamın paşalığını onaylıyor ki? Ben olsam direk emekliye sevk ederdim.

Onu sen yapardın ama Sultan böyle yapmıyor. Onun tarihten gelen bir geleneğe bağlılığı var. Atalarından, dedelerinden ve gelenekten gördüğü tavrı devam ettiriyor. Padişahı devirmek gibi bir suçu işleyen adamın oğluna, bu suçu teşmil etmek bir Osmanoğlu için küçüklük sayılırdı. O da yapması gerekeni yapıyor ve evrakı imzalıyor. Miralay Mahmut Şevket, oluyor sana Mahmut Şevket Paşa. 18 Mayıs 1901’de, 44 yaşında ferik yani korgeneral, Nisan 1905’te birinci ferik yani orgeneral oluyor. Bir yıl Hicaz’da hizmet görüyor. 1908 Meşrutiyeti ilan edildiği zaman 51 yaşında, Sultan Abdülhamid’in hemen ileriki günlerde müşir rütbesi vermeyi kararlaştırdığı bir generaldi.

Abdülhamid Han da devamlı rütbe veriyor.

Sultan Abdülhamid, Mahmut Şevket Paşa’yı 3,5 yıldır merkezi Üsküp olan Kosova Eyalet Valisi olarak Makedonya’nın en hassas bir kesiminde kullanıyordu. Padişah, kendisine Birinci Mecîdî ve Murassâ Osmanî nişanları vermişti. O dönemde Abdülhamid Han’ın itimadına mazhar generallerden sayılıyordu. Sultan Abdülhamid’e sürü ile jurnal takdim etmiş generallerden biriydi.

Demek ki jurnalciliği de varmış.

İşte Meşrutiyet’in ilanından daha bir yıl geçmeden Hareket Ordusu adı verilen ve Türklerin azınlıkta bulunduğu bir Balkanlı eşkıya sürüsünün başında, Sultan Abdülhamid’i 31 Mart asilerinin elinden kurtaracağını ilan ederek Selanik’ten çıkan bu Mahmut Şevket Paşa’dır.

Sultan Abdülhamid’i Türklük için en karanlık ve pis, dış ve iç emellere bilerek ve bir kısmını da bilmeyerek alet olup tahtından indiren kuvvetin başında bulunan da, bu Mahmut Şevket Paşa değil mi?

Evet, o kısmı da doğru. Ama Sultan Abdülhamid’in, hırs içinde emir bekleyen bir orduya emir vermemesindeki asaleti ve vatanseverlik derecesini takdir edemeyen de gene bu Mahmut Şevket Paşa’dır. 33 yıl sonra Hüseyin Avni Paşa’yı tekrarlayıp aynı meşhur role çıkan, Sultan Abdülhamid tahtta olsaydı asla çıkamayacak Balkan Harbi faciasına sebep olan, 550 yıllık Türk yurdu Rumeli’nin kaybı ve Türk sınırının Adriyatik’ten Meriç’e çekilmesiyle neticelenen olaylar silsilesinin baş halkasını elinde tutan da bu Mahmut Şevket Paşa’dır.

Yanlış hatırlamıyorsam bu Mahmut Şevket Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın Dolmabahçe sarayını yağma ettirdiği tarihte 19 yaşındaydı ve o hadiseyi görmüştü. Kendisi de gidip Yıldız Sarayı’nı yağmalatmıştır.

Aynen dediklerin oldu. Dünden bugüne portresini çizdiğimiz bu adamın bu tavrı seni şaşırtmamalı zaten. Hüseyin Avni Paşa’ya benzetilmesi de isabet olmuş. En az onun kadar kaypak bir adamdı çünkü.

Neyse, 1909 Yıldız Sarayı yağmasında olanlara gelirsek… Milyonlarca altın değerinde hazineler Balkanlı çapulcuların eline geçti bu olayda. Saray, papağanlarına kadar yağmalanmıştır. Hatta Sultan Abdülhamid’in ecnebi hükümdarlarından aldığı nişanlarına, sultanların feracelerine kadar soyulup soğana çevrilmişti.

Haramiler bile bu kadar ileri gitmezdi her halde. Bunun daha da ilerisi ne olur bilmiyorum.

Daha ilerisi midir bilmem ama Yıldız Sarayı’nın yağmasında Sultan Abdülhamid’in altın arabası bile levhalar halinde parçalanıp bölüşülmüştü. Ve bu milletin serveti “millet” adı kullanılarak işkembelere indirilmişti.

Bu adamın daha önceki döneminde milletin hayrına yaptığı bir şey var mıydı peki?

Fransızcadan dilimize logaritma cetveli çeviriyor. Ayrıca askerlikle ilgili birkaç eser yazıyor. Ama arada unuttuğum bir ya da iki eseri de olabilir.

Peki, Mahmut Şevket Paşa suikastını kimler, nasıl yaptı?

II. Abdülhamid Han tahttan indirilmiş, o dönemde “İttihad-ı Muhammedî” ve “Ahrar Fırkaları” kapatılmış ve muhalefet bütünüyle susturulmuştu. Kısacası İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirdiği ve baskılarını arttırdığı yeni bir dönem başlamıştı. Dönemin kısa bir resmini vermek gerekirse, uzun süren bir sı­kıyönetim sürecinde Meşrutiyet,  Mah­mud Şevket Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’nda şahsi diktatörlüğe dönüşmüştü ve ordu içerisinde siyaset, bir veba salgını gibi yayılmıştı. Bir de ordunun asıl vazifesini ihmal etmesi ve siyasetle meşgul olması, Harbiye Nazırı olan Mahmud Şevket Paşa’nın hatalı kararları; askerî, siyasî ve ekonomik sebeplerle birleşince Ege’deki “On İki Ada” ve “Trablusgarp”ın kaybı kaçınılmaz olmuştu. Dönemin ilk hareket planında atılan naraları hatırla: “Hürriyet” ve “Eşitlik.” Adamlar bu vaatlerle iktidara gelmişlerdi. Ama şiddetli baskı, cemiyet içerisinde ayrışmaya yol açtı ve Arnavutluk’ta çıkan isyanı bastırmak üzere gönderilen muhalif subaylar “Halaskâr Zabitan” adlı bir siyasî grup oluşturarak Said Paşa sadaretindeki İttihatçı hükümeti düşürdü. Mahmud Şevket Paşa’nın Harbiye Nazırlığı da böylece sona erdi. 1913 yılına gelindiğinde İmparatorluk büyük askerî ve siyasî gailelerle karşı karşıya kaldı. Birinci Balkan Savaşı, ordu içerisinde yayılan siyaset ve birbirini çekememezlikler sebebiyle ağır bir yenilgiyle bitti. Bu arada Adnan Şenel’in “Selanik İçinde Salâ Okunur” romanını okursan bu anlattıklarımın bir kısmı orada detaylarıyla bulursun. Devam edelim. Edirne’nin bile Bulgar işgaline uğradığı bu dönemde iktidara yeniden sahip olmak isteyen ve başını Talat ve Enver Paşa’ların çektiği İttihatçılar, hükümete karşı 23 Ocak 1913’te “Babıâli Baskını”nı gerçekleştirdiler. Bu baskında “Halaskâr Zabitan” grubunun başkanı vaziyetindeki Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürüldü. Kâmil Paşa Hükümeti zorla istifa ettirildi ve İttihat Terakki Cemiyeti bu sefer tam anlamıyla iktidara geldi. İktidarın başındaki isim ise “31 Mart”ın “Fatih”i (!) ve artık Sadrazam olan Mahmud Şevket Paşa’ydı.

Demek ki iktidar mücadelesi daha bitmemiş. 

Bahsettiğimiz, devletin var olmak ile olmamak arasında mücadele ettiği bir dönemdi. O yüzden iktidar mücadelesi bitmedi. Cemiyete karşı gelişen muhalefet, Mahmut Şevket Paşa’yı iktidarın önemli bir dayanağı olarak görüyordu. Sadrazam da, cemiyete karşı gün geçtikçe başına buyruk hareket ettiği için öldürülmesine karar verildi. Zaten “Halaskâr Zabitan”ın, intikam için benzer bir baskınla İttihatçıları devirme planları vardı. Neticede onların liderleri diyebileceğimiz bir isim de suikasta kurban gitmişti. Bu gruptan Kürt Şerif Paşa, Gümülcineli İsmail, Müdür Muhib, Miralay Fuad, Yüzbaşı Kazım, Pertev Tevfik, Kemal Mithat Bey’lerin başını çektiği bir komite, Prens Sebahattin Bey’i başa geçirmek düşüncesi etrafında suikast amacıyla bir araya geldiler.

Suikast bir kişinin işi değildi yani.

Suikastlar bir kişinin işi olmaz zaten. 11 Haziran 1913 tarihinde, suikast ekibi seçildi. Bu grup, kendilerinden olan Topal Tevfik, Ziya, Nazmi, Şevki, Mehmet Ali, Abdullah Safa, Abdurrahman isimlerindeki yedi tetikçi ve şoförleri Cevad Bey’i bu iş için görevlendirdiler. Bu kişiler de Beyazıt Meydanı civarında bir otomobil içinde beklemeye başladılar. Olay günü Sadrazam Mahmud Şevket Paşa olacaklardan habersiz, Harbiye Nezareti’nden öğlen otomobiliyle yanında Başyaver Eşref, Yaver İbrahim, Şoför İsmail Hakkı ve Uşağı Kâzım Bey’ler olduğu halde Babıâli’ye gitmek için hareket etti. Tramvay hattında yapım çalışmasının sürdüğü dar yol, “Saraylı Hanım” ismindeki birinin cenaze alayı yüzünden iyice sıkıştığı için Mahmut Nedim Paşa’nın içinde bulunduğu otomobil, tetikçiklerin olduğu noktaya yakın bir yerde durdu. Bu sırada tamir bahanesiyle üç saattir çeşme yanında bekleyen tetikçiler aradıkları fırsatı yakalamış oldular ve yanlarında bulunan silahlarla ateş etmeye başladılar. İlk kurşunlardan biriyle Mahmud Şevket Paşa yanağından yaralandı. Yaver İbrahim Bey ise, onun kadar şanslı değildi ve hemen oracıkta hayatını  kaybetti. Suikastçılara karşılık veren Uşak Kâzım Ağa yaralandı. Tam bu sırada Topal Tevfik denen şahıs, otomobilin basamağına çıkarak pencereden  Mahmud Şevket Paşa’nın beynini üç-dört kurşunla parçaladı ve arkadaşları ile araca binerek sur dışına kaçtılar. Başyaver ve şoför saldırıdan yara almadan kurtulmuştu. Mahmud Şevket Paşa ise kısa süre önce ayrıldığı Harbiye Nezareti’ne geri götürüldü ve Şura-yı Askerî Dairesi’nde tedavi altına alındı. Fakat yakın mesafeden ve kafasına üç, dört el ateş edilmiş olduğu için kurtulması mümkün görünmüyordu. Zaten yarım saat sonra da öldü.

Bu suikastla devlet içinde bazı dengeler değişti mi? Suikastın İstanbul’da yankısı nasıl oldu? 

Mahmut Şevket Paşa, o dönemin en güçlü aktör ve isimlerinden birisi idi. Haliyle bu suikast da İttihat Terakki Cemiyeti’ni zorladı. Ama işin bir başka boyutu daha vardı. Mahmut Şevket Paşa’nın ölümü o dönemde Osmanlı siyasetindeki bütün grupların işine gelmişti. Yazılanlara bakılırsa, İstanbul Muhafızlığı ve Emniyet Müdürlüğü’nce hazırlığı haber alınan suikast için  Cemiyetin girişimiyle hiçbir tedbir alınmamış.

Bu işten yani bu ölümden cemiyetin ne çıkarı oldu ki?

Şöyle ki; birincisi sadrazamın öldürülmesi ile cemiyet onun üstünlüğünden böylece kurtulmuş oldu. İkincisi İttihatçılar bu olayı, kendi muhaliflerini bütünüyle sindirmek için kullandılar. Neticede olayla ilgisi olduğuna inanılan kişiler ve suikastı tertip eden katiller de dâhil 37 kişi o zaman yargılandı. Yargılama sonucunda 12 kişi Beyazıt Meydanı’nda idam edildi. Benim bildiklerim bu kadar tabiî. Daha bu konunun detayı ve derinliği var. Gerçi bu olayın her yönü halen aydınlatılabilmiş değil. Ama İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın “Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar” ve İsmail Hami Danişmend’in “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi” kitaplarına, bir de dönemin gazetelerine bakarsan meselenin daha detaylı yönlerini bulabilirisin.

Biz buraya nereden geldik? Abdülhamid Han’ı konuşacağız dedik. Sen Mahmut Şevket Paşa’ya getirdin mevzuyu, sonra işin içine suikast girdi. Derken konu uzayıp gitti. Galiba bu sefer ana konudan çok ayrıldık.

Konudan hiç uzaklaşmadık. Birincisi, Mahmut Şevket Paşa dediğin kişi, Sultan Abdülhamid’in hal’ edilmesine sebep olan olaylar zincirinin en önemli aktörlerinden birisidir. İkincisi Sultan’ın, hayatı boyunca yardım ettiği, ihsanını, keremini esirgemediği bir isimdir. Böyle bir adamın hem özel hem de siyasî hayatını kısaca da olsa analiz ederek Abdülhamid Han’ın nasıl bir kurtlar sofrasında mücadele ettiğini ve yakınında yer alan bazı isimlerce nasıl ihanete uğradığını görmüş olduk. O yüzden daha önce Sultan Abdülaziz Han’ın hal’ edilişi ve katledilmesini, Mithat Paşa’nın bu işteki rolünü konuştuk. Bu yaşanan süreç Abdülhamid Han’ın tedbirli ve dikkatli bir siyaset yürütmesine neden olmuştu. Belki de Mithat Paşa’yı kişiliği ve karakteri üzerinden tekrar konuşmak gerekecek. Hatta Hüseyin Avni Paşa’dan da bahsetmemiz lâzım. Çünkü bu isimlerin ihanetiyle katledilen Sultan Abdülaziz, sonraki Osmanlı devletinin siyasi hayatında yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştu. Onun katlinde parmağı olan insanlar yüzünden Abdülhamid Han, devlete tam anlamıyla hâkim olabilmek için strateji geliştirmiş, sıkı bir istihbarat ağı kurmuş ve bazı mecburi yasaklar getirmişti. Sonradan bunlar, Sultan’ın devrinin “istibdat devri” diye anılmasına neden oldu.

Meseleyi çok güzel özetledin abi. Son bir soru soracağım sana. Mahmut Şevket Paşa’ya ait olan ve arama motorlarına düşen bir ses kaydı varmış. Ben dinlemedim ama o konuşmada Sultan Abdülhamid’e bayağı bir laf dokunduruyormuş.

Evet, böyle bir kayıt var. Ses de Paşa’ya ait bildiğim kadarıyla. En azından şu ana kadar kimse çıkıp da “Hayır, bu Paşa’nın sesi değil” demedi. Hareket Ordusu Kumandanı olarak gelen Paşa, 31 Mart Vakası esnasında yaptığı konuşmada Sultan Abdülhamid’i fütursuzca eleştirip hakaret ediyor.

Neler söylüyor konuşmasında peki?

Arkadaşlar diye başlıyor ve “Yüz binlerce şühedanın kanı pahasına kazanılan meşrutiyetimizi mahvedip yerine yine istibdadı kurmak üzere İstanbul’da, o köhne Bizans’ın burcunda ikamet eden baykuş, insan kanı emmekten, öksüz yetimlere gözyaşı döktürmekten zevk alan haris, 600 senelik muhteşem, muzaffer bir milletin tarihini, ecdadının namusunu lekeleyen o insan kıyafetindeki canavar, İstanbul’da avcı taburlarını kandırmış. Para mukabilinde namuslarını satan o alçaklar da, emirlere itaat eden diğer askerleri zorla isyanlara iştirak ettirmişler, orada ne kadar hamiyetli kardeşler, ne kadar genç mektepli zabitler varsa tamamı birer suret-i kat’iyye de şehit ediliyorlar.

İşte, bu şühedânın içinde Ãsâr-ı Tevfik Zırhlısı Kaptanı Ali Kabul Bey de var. İstanbul’un namuslu kişileri pencerelerden bile bakmaya cesaret edemiyorlar. Hilâfet merkezi kan ağlıyor. Payitaht bizden, ordudan, imdat bekliyor. Vatan gidiyor, millet mahvoluyor. Ne duruyoruz? Bizde cesaret, bizde hamiyet yok mu? İşte ben, bütün servetimi ordunun iftihar etmesi için gereken masraflara, hayatımı da vatana feda ediyorum. Hürriyetin elde edilmesi için benimle beraber İstanbul’a gidecek içimizde çok kahraman var. Öyle ise, ordu marşı çalarak ileriii!” diyerek bitiriyor. Gerçi sana ağır gelmesin diye ben konuşmayı günümüz diline yaklaştırdım. Netice itibarıyla birileri bu konuşmayı takdirle alkışlıyor. Bana kalırsa da bir ihanet vesikasından başka bir şey değil bu konuşma. Hele Sultan Abdülhamid ile ilgili dedikleri hezeyandan ibaret.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir