Hapishane modern bir kurumdur. 18. asrın bitimine dek esamesinin bile okunmadığını söyleyebiliriz. Ne Osmanlı’da ne de dünyanın başka bir ülkesinde durum farklıydı. Bunun sebebini “mahbes” ile “hapishane” kavramlarının farklı olmasına bağlayabiliriz. Çünkü mahbes, hapis fiilinin mekânıdır ve herhangi bir yer olabilir. Özel ve tanımlı bir mekân değil. Kule, zindan, kale, kuyu ve tersane gibi yerler örnek gösterilebilir. Berkitilmiş ve korunaklı olmaları bu mekânların ortak özellikleri olarak göze çarpıyor. Hapishane ise özel olarak tanımlanmış bir mekân. Ve sadece ceza çeken suçlular için kullanılır. Özel, tanımı ve işlevi belli bir kodes yahut odacık. Hapsolma fiili aslında bir ceza değil; asıl cezayı alana kadar kişinin toplumdan tecrit edilme işlemi.
Batı kaynaklı bu kurumun İngilizcesi “penitentiary”, kökeni “penitence”dır. Bu sözcüğün manası ise tövbedir. Hapishanelere bir nevi terbiye edici gözü ile bakılmış diyebiliriz. Bu durum Hıristiyanlık özelinde Protestanlık ve Katoliklik ile yakından alakalı. Aslında hapishanenin mucitleri Protestan’dır. Suçluları vicdanları ile baş başa bırakırsak onları geri kazanırız diyorlar. Hıristiyan Katolik felsefesine bakarsak dünya baştan çıkarıcıdır. Günaha çağırır. Bu sebeple mükemmelleşmemiz için vicdanımızla baş başa kalacağımız bir inziva gereklidir. İslam’da tabiat baştan çıkarıcı olarak görülmez. Dünya hayatı gayet meşru ve gerekli addedilir. Hıristiyanların felsefi yaklaşımı aydınlanma süzgecinden geçtikten sonra sekülerleşiyor ve 18. asrın sonunda modern anlamda hapishanelerin tarihi başlıyor. Bundan önce daha çok bedene yönelik cezalar mevcuttu ve bu dönemden itibaren giderek azaldı.
İlk hapishaneler ABD’nin Pensilvanya eyaletinde ortaya çıkıyor. 1776’da Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ilan ediliyor. On üç koloni Büyük Britanya Krallığı’ndan ayrıldıklarını alenen açıklıyorlar. Akabinde hapishaneler kurulmaya başlanıyor. İlk kurulduklarında iki model olarak tasarlanıyorlar. Biri Philedelphia diğeri Auburn modeli. Philedelphia modelinde gece-gündüz tecrit mevcut. Auburn modelinde ise mahkûmlar gündüz konuşmamak kaydıyla sessizlik içinde çalışıyorlar. Gece tekrar hücrelerine gidiyorlar.
Hapis cezası ölüm ve eş değerindeki cezaları kaldırıyor gibi gözükebilir. Ölüm cezasının olmadığı durumlarda teşhiri veya damgalanmayı önlüyor sanılabilir. Buz dağının görünen yüzü gerçekten çok masum, makul ve ölçülü gibi duruyor. Ama durum bundan çok farklı. Hapis cezası, özünde aydınlanma iktidarının kendisini terbiye edici olarak görmesinin bir sonucudur. Bir başka ifade ile kendisini önce kilisenin, ardından Tanrı’nın yerine koyup insanları dönüştürme ya da terbiye etme misyonunun gereği ve aracı.
Osmanlı’ya hapishane kurumu çok dikkatli ve zekice yerleştirilmiş. Azınlık hakları, eşitlik derken reform adı altında bu kurum da kurulmuş. Islahat Fermanı’nda mahbes alanlarının iyileştirileceği söyleniyor. Hapishane diye bir kavram hâlâ yok. Ardından devlet erkânı tepki çekmemek için eski zarfın içine yeni bir mektup yerleştiriyor. Zindan olarak kullanılan bir dizi yerler hapishaneye çevriliyor. Ve halkın gözünde değişen hiç bir şey olmuyor. Avrupa’ya göre ise reform yapılmış oluyor.
Teorik olarak hapishaneler hakkında bunları dillendirmekte beis görmüyoruz. Ama pratikte gerçekten evdeki hesap çarşıya uymuyor. Tek kişilik hücre hapisleri insanların akıl sağlıklarını olumsuz etkiliyor. Akli dengesini kaybeden insanlar oluyor. Hapishaneler insanları ıslah edemiyorsa da suçluları insanlardan uzak tutmakta başarılı. Hapishane şartlarının iyi ya da kötü olması ise ortaya bir paradoks çıkarıyor. Hapishaneleri özenle kötü yerler haline getirmek, muhtemel potansiyel suçluları caydırmaya yardımcıdır; ne var ki bu da, hapishanelerin ıslah etme hedeflerine ulaşmayı oldukça güçleştirmektedir. Ancak hapishane koşulları daha az kötü hale geldikçe, hapsetmenin caydırıcı etkisi de orantılı olarak azalacaktır.
Muhammed Furkan Kâhya