Üstat Necip Fazıl’ın İstanbul’a Hasret kitabını elinize alıp şehrin içinde erimeye, şehirle bir olmaya çabalamak her bahar yaptığım mutat bir iştir benim için. İçinde yaşadığımız şehirlerin tarihi, hafızası, sokaklarından, çeşmelerinden taşan kültür mirası istemeseniz de size bunu yaptırıyor. Bir siyah beyaz Yeşilçam filminde gördüğünüz o eski İstanbul, uzaklardan el edip sizi kendisine çağıran nazenin bir şehirdir çoğu zaman. Bu davete icabet etmeden hangi baharı tam olarak yaşadığımızı savunabiliriz? Belki de sadece bu yüzden her bahar, İstanbul denilince akla gelen ilk yerleri, mekânları, cadde ve sokakları gezmek, şehrin tarih kokan, kültür ve medeniyet kuran o havasını solumak kaçınılmaz oluyor. İstanbul dendiği zaman insanın aklına ilk olarak binlerce yıllık kültürel miras geliyor. Bizans’tan Osmanlıya, oradan bugüne uzanan bu zengin miras Arnavut kaldırımlı taş sokaklarla sizi büyüleyerek işe başlıyor. Dar pencerelerin hâkim olduğu rengârenk evler, Boğaz’da sıralanmış gemiler, köşe başlarında satılan taze simitler, vapurlar, martılar, tavşankanı gibi çaylar…
Dersaadet
Byzantion, Dersaadet ya da İstanbul… Farklı isimlerle anılsa da şehrin insanı büyüleyen yüzü hiç değişmiyor. Münevver Ayaşlı’nın Dersaadet isimli kitabını elinize aldığınız zaman İstanbul sokaklarının o eski hali gözlerinizin önünde canlanmaya başlıyor. Bahçeler, yüksek duvarlar, konaklar, yalılar ve bunların muazzam mimarisi, sahilleri ve sarayları insanı içine doğru çekiyor. Tam burada yavaş adımlarla Eyüp’e doğru uzanıp Eyüp camisini ve Eyyüb el-Ensari hazretlerini ziyaret etmek lazım. Halici gören, Topkapı Sarayı’na kadar uzanan manzarası ile Pierre Loti Tepesi’ne çıkmamak da olmaz. Fransız ressam Pierre Loti, 1876 senesinde İstanbul’da kaldığı zamanlarda, Eyüp Mezarlığı’nın da bulunduğu bu tepeye sık sık geldiği için bu tepeye ve burada bulunan kahveye onun isim verilmiş. Camiden çıkışta merdivenlerden oluşan o uzun ve dar yolu çıkmayı gözünüz kesmezse teleferik imkânını da kullanabilirsiniz. Kısa bir çay molasının ardından İstanbul’a Hasret kitabını yeniden elinize alıp Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in, Mareşal Fevzi Çakmak’ın mezarlarını da ziyaret etmenizi öneririm.
Tarihi Yarımada
İstanbul dendiği zaman sadece baharda değil dört mevsimde de gezebileceğiniz en güzel yerlerden birisi de hiç kuşkusuz Topkapı Sarayı’dır. 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan saray, boğazın her yerinden görülen görkemli silueti ve tarih kokan yapısıyla sizi mest etmeye yetecektir. Osmanlı sultanlarının 4 asır boyunca kullandığı bu saray, harem bölmesiyle yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı durumdadır. Sarayın içinde bulunan kutsal emanetler, sultanların giysileri, mücevherlerle birlikte Osmanlının gündelik yaşamına dair çok şeyler görebilirsiniz. Topkapı Saray’ından çıkınca hemen yakınında bulunan ve İstanbul’un sembolü diyebileceğimiz Ayasofya camiini görmeden semtten ayrılmak olmaz. Şehrin en görkemli yapısı olan Ayasofya, özellikle yabancı turistlerin hayranlığını kazanıyor.
Bizans İmparatoru 1. Jüstinyen tarafından kilise olarak yaptırılan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra, fethin sembolü olarak camiye çevrilmişti. Bahçesinden geçip içeri girdiğiniz zaman caminin, dönemini yansıtan ve çok önemli olan mozaiklere, heykellere, yer döşemelerine ve kolonlara sahip olduğunu göreceksiniz. Zamana karşı ayakta kalmaya çalışan Ayasofya, tarihin farklı dönemlerinde çok badireler atlatmasına rağmen halen ayakta duruyor ve şehri bir inci gibi süslüyor. Ayasofya’dan çıkıp sağ tarafınıza doğru döndüğünüz zaman bir başka eserle karşılaşacaksınız: Yerebatan Sarnıcı. Zamanın Bizans imparatoru tarafından sarayın su ihtiyacını karşılaması için yapılan bir su deposu olan sarnıç birçok efsaneye konu olmuş. Sarnıcın en dikkat çeken yanı ise içinde yer alan kolonları, farklı atmosferi ve ters dönmüş insan yüzü.
Topkapı Sarayı’ndan sonra Osmanlı’nın kullandığı ikinci saray olan Dolmabahçe sarayı, Mimar Sinan’ın elinden çıkan Süleymaniye hamamı, Kapalı Çarşı, Mısır Çarşısı yine gezebileceğiniz en güzel yerler arasında. Tarihî yarımadada gezebileceğiniz yerler Eminönü, Sirkeci, Beyazıt, Laleli, Aksaray, Balat, Kumkapı, Samatya diye uzar gider. Bu arada küçük bir hatırlatma yapalım, fotoğraflardan gördüğünüz balkonlardan sarkan çamaşırların asılı olduğu Balat’ı gezerken Türk kahvesi içmeden, Samatya Meydanı’nı, tarihî evleri, sokakları ve Aya Nikola Kilisesi’ni görmeden, Balık Müzesi’ni gezmeden tarihî yarımadadan ayrılmayın. Boğazı görerek çay molası vermek istiyorum diyen olursa da tarihî Gülhane Parkı’nı salık vererek İstanbul gezimize devam edelim.
Kadıköy
Avrupa yakasından Anadolu yakasına mutlaka vapurla geçip, güzel bahar havasını ciğerlerinize çektikten sonra çayın yanına aldığınız simidinizden bir parça da martılara atabilirsiniz. Kadıköy’de vapurdan inince Haydar Paşa Garı’nı görmek lazım. Buradan Moda’ya doğru yol alıp eski zamanların yazlık semti olan Moda’da, Moda camisine gidip biraz dinlenmek hiç de fena olmaz. Bu semtte son zamanlarda sayıları gittikçe artan kahve mekanlarında güzel bir Türk kahvesi daha içebilirsiniz. Tarihî Kadıköy Çarşısı yani Balık Pazarı’nı da gördükten sonra Yeldeğirmeni semtine doğru yürüyerek buradaki sanat galerilerini, atölyeleri ve yeni yeni açılan kafeleri gezebilirsiniz.
Üsküdar
Kadıköy’den sonra Üsküdar’a geçip iskele meydanından denizi sağınıza doğru alıp yürüyün ve Kız Kulesi’nin o güzel manzarası ile karşılaşın. Denizi solunuza alıp gitmek isterseniz de bu kez Kuzguncuk ve Beylerbeyi’ne ulaşırsınız. Kuzguncuk dendiğinde sizin de aklınıza renkli ahşap evler, güzel sokaklar, şirin mi şirin dükkânlar kazınacak.
Beykoz
Eğer biraz sakinlik, sessizlik arıyorsanız ilk adresiniz Beykoz olmalı. Beykoz, nezih ve sakin bir semt olmanın yanında ilk cam fabrikası Paşabahçe, cam atölyeleri, Beykoz Korusu, Yuşa Tepesi’ne ev sahipliği yapıyor. Yuşa Tepesi’nin bir diğer özelliği de İstanbul’u izlemek isteyenlerin bulabileceği en iyi manzarayı barındırıyor olması. Eğer zamanınız varsa Kanlıca, Riva ve Anadolu Kavağı’nı da görerek buradan ayrılabilirsiniz. Şunu da hatırlatayım hemen, Anadolu Kavağı balıkçı semti olmasıyla bilinir. Eğer Anadolu Hisarı’na yolunuz düşerse Ceneviz Kalesi’ne mutlaka çıkın derim. Tepeye doğru çıkarken yorulacaksınız belki ama yol boyunca bulunan çay bahçelerinde çay içip banklarda dinlenerek bu yorgunluğu yenebilirsiniz.
Adalar
İstanbul’u gezmeliyiz dendiğinde mutlaka yapılacaklar listesine Adalar turu eklemelisiniz. Burgaz Adası’na yolunuz düşerse ünlü öykücümüz Sait Faik Abasıyanık’ın vefatından sonra 1959 yılında müzeye dönüştürülen evini gezebilirsiniz. Eğer yokuş tırmanmakta sorun yaşamıyorsanız Büyükada’da bulunan muhteşem manzarasıyla Hızır İlyas Tepesi sizin için çok iyi bir tercih olacaktır. Hızır İlyas Tepesi’ne çıkınca burada bulunan yangın kulesi Adakule de ziyaretçilere açık oluyor. Kule, Marmara Denizi’nin büyük kısmına hâkim bir manzarayı gözlerinizin önüne seriyor.
Kınalıada’da Osmanlı’dan kalma köşkler, cadde ve sokaklar sizi tarihin içine çekebilecek kadar güzeldir. Buradan ayrılıp Büyükada’da faytonla küçük bir tur yapabilirsiniz. Bu turun rotasına Âşıklar Yolu da deniliyor. İsterseniz bu rotayı yürüyerek de takip edebilirsiniz. Böylece adayı da görmüş olursunuz. Büyükada’ya giderseniz buradaki Sivastopol Köşkü’nü mutlaka görün derim. Baharda ayrı bir güzelliği olan adada bulunan bu köşkün özelliği ise ünlü Rus siyasetçi ve asker Lev Troçki’ye sürgün hayatı boyunca dört buçuk sene ev sahipliği yapmış olması.
Ayrıca Con Paşa, İzzet Paşa, Reşat Nuri Güntekin ve Kuyumcuyan Köşkü gibi köşkler de adada görebileceğiniz muhteşem binalardan birkaçı. Son olarak 1893 yılında Sultan II. Abdülhamit Han’ın emriyle yaptırılan Hamidiye Camisini de görmenizi öneririm. Mimarî açıdan Batı etkisiyle, yüksekçe bir tepe üzerine inşa edilen bu cami bir bahçe içinde çok da alışık olmadığımız güzellikte. Bisiklet kiralayabileceğiniz birçok yerin olması gerçeğinden hareketle tüm bu gezileri yaparken Adalar’da bisiklet kullanmanızı tavsiye etmeyi de ihmal etmemiş olayım.
Davut Bayraklı
2 Yorum