Elimde, klavyenin başına oturmadan evvel üzerine kafa yorduğum, genel kabule göre bir metnin “yazı” olmasını sağlayacak pek bir argüman yok. Tabiî, Warren Beatty’nin yönettiği 1981 tarihli; “Reds/Kızıllar” filminden birkaç repliği, Lüleburgaz Çingeneleri arşivinden bulduğum bir davulcu fotoğrafını ve pekte sevmediğim bir şairin beynimin frontal loplarında durmadan eko yapan bir iki dizesini saymazsak. Sıraladığım bu üç argümanın, ki bu konuları ‘argüman’ diye adlandırmakla, bir yerlerde -belki bir enigmada falan- saklı olduklarını ve bir an evvel deşifre edilmeleri gerektiği heyulasını kendime yutturmak üzereyim. İşte, elimde olanlar; bir film, bir fotoğraf ve bir iki dize. Hepsi bu. Oysa günlerdir ayakları yere basan bir konu bulup, onun üzerine yazmak için çırpınıp duruyorum. Hayatımda bir kez olsun, yazı aracılığıyla birilerine faydam olsun diye yazmak istiyorum. Üstelik sade, sarih bir lisanla, çetrefilli konulara girmeden, sözü dolandırmadan, imgelerin şehvetine kapılmadan yazmak istiyorum.
İşte bu yüzden, son birkaç gündür, oturuyorum çalışma masasına, kukumav kuşları gibi düşünmeye başlıyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum, olmuyor. Taşınıyorum sonra; bir odadan bir odaya, bir kitaptan bir kitaba taşınıyorum; olmuyor. Okuyorum, yazıyorum, çiziyorum, notlar alıyorum… Ama yok. Yok aga; tık yok! Mantıklı bir düzlemde, zihnimde dağılıp birleşen konular arasında tek bir bağlam kuramıyorum.
Peki, ne yapıyorum? Yılıyor muyum hemen, sıkıyı görünce pes mi ediyorum? Evet, elbette! Hemen pes ediyorum. Örnekse; parliament mavisi renginin ruhumda açtığı gedikleri doldurmak için, absürt bir iki denemeyle alelusul bir metne girişiyorum hemen. Neymiş efendim; bilinç akışıymış… Bârekallah! Nasıl bir acayiplik yapsam da, kendi uzayımda bir karadelik açıp, içine bir hamak kurup sallansam diye, mesnedini; tutarsızlığın ve bir çeşit “Dadaizm”in imlediği ve fakat ahenkle genişleyen monologlar kurmaya çalışıyorum sonra. Ya da, boyumun ölçüsüne bakmadan Bilge Karasu’ya, Borges’e, Marcell Proust’a falan özeniyorum; elime aldığım metni didik didik ediyorum, eviriyorum çeviriyorum, ağzından girip burnundan çıkıyorum. Olmuyor… Hangi metni elime aldıysam elimde patlıyor ve her denemede parmaklarım klavyenin tuşlarında buharlaşıveriyorlar. Anlık, artçı şoklarla irkiliyorum sonra. Ve sonuç, işte, makûs talihim; Ctrl + A + Delete!
Fakat bu gece başka… Bu gece, ne olursa olsun, hayatımda bir kez olsun yazı aracılığıyla birilerine faydam dokunsun istedim ve işbu metni okuyan zevata tavsiyelerde bulunmaya karar verdim. Ola ki, şu mübarek Ramazan ayında hayır dua eden birileri olur dedim. Nihayet yazdıklarımı silmedim ve yazmaya devam ettim.
Evet efendim. Evet, mümtaz ve kadirşinas Edebifikir okurları, bu gece niyet ettim, ant verdim ki; önce kendi nefsime, sonra sizlere naçizane bir iki nasihatte bulunayım.
Pek değerli anneler ve babalar! Abiler, ablalar, liseli şairler, üniversiteden mezun olduklarında bütün baskıların ve sancıların sona ereceği vehmine kapılan talebe kardeşler! Yolda kalmışlar, miskinler, garibanlar! Şu fakire kulak verin! Ve ey kader mahkûmları, “aşağı tırmananlar”, attan inip eşeğe binenler ve “yola çıkmaktan çekinmeyenler!” Şu fakire kulak verin! Ve ey “hayalperestler”, bir karanfille mutlu olanlar, mezar kazıcıları, gece bekçileri ve Abdullah Karaca’lar! Ve işçiler, emekçiler, sendikacılar, sandukacılar ve Bağ-Kur emeklileri, işportacılar, gündelikçiler, mahalli yazarlar ve manifaturacılar! Ve eyy “kaybedenler”, yalnızlıktan çatır çatır çatırdayanlar ve ey Kani Karaca’yı sevenler ve ey Kani Karaca’dan bîhaberler! Ve değnekçiler ve göz bağcılar ve “su yorumcuları” ve günahkârlar ve eeeeyyy “uçurumdan atlayanlar!”
Can kulağınızı verin bir yol, verinde, şu fakirin nasihatlerini dinleyiverin.
* Miras helal, ölüm haktır! Her an ölebiliriz. Daha dün çay içtiğimiz, ekmeğimizi paylaştığımız, sohbet ettiğimiz nice insanlar bugün toprağın altındalar. Bizler de her an ölebiliriz, henüz vakit varken tövbe-i istiğfar edelim. Unutmamalı, Rabbimizin bir ismi de “Tevvâb”dır.
* Namazlarımızı aksatmayalım. Tâdil-i erkâna dikkat edelim. Resulü Ekrem (s.a.v.): ‘’Namaz dinin direğidir.’’ buyurmuşlardır.
* Nasılsa dört bir yanımızı düşmanlar sarmış, nasılsa dünya her geçen gün daha berbat bir hale geliyor, nasılsa yalnız kalamıyoruz, nasılsa mutlak manada asla yalnız kalamayacağız, o vakit, gücümüzün yettiği ölçüde “cemaat” halinde bulunalım. Mümkün mertebe namazlarımızı “cemaat” ile kılmaya gayret edelim. Saflarımızı sıklaştıralım. Numan İbn-i Beşir (r.a.) tarikiyle Hazreti Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Saflarınızı düzeltiniz, yoksa Allah Tealâ’nın aranıza düşmanlık sokacağını iyi biliniz.”
* Malumunuz olduğu üzere birçok hadis-i şerifte âlimler övülmüş, onlara, onların ilmine tâbi olmak özendirilmiştir. Demem o ki muhterem; sende vehbî ilimler yoksa, henüz sağdan sola Arapça bir metni okuyup anlamaktan acizsen, tövbende bir türlü sebat edemiyorsan, bazı akşamlar yok yere gözlerin doluyorsa, tembelliğinden, aklından, arzularından ve şehvetinden yılmışsan. Gel, kır belini! Allah’ın onlardan, onların Allah’tan razı olduğu nice erler vardır. Nübüvvet kapısı kapanmışsa da, velayet kapısı açıktır…
* Birçok mutasavvıf; varlık, yokluk, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri, vahdet, kesret, tevhit inancı gibi muhtelif meseleler üzerine kitaplar, mektuplar ve risaleler kaleme almışlardır. Âlimlere göre meşayihin kitaplarını okumak muhabbete vesiledir. Yalnız, işbu metinlerin bazıları idraki zor ve oldukça çetrefilli meseleleri ele aldığından, asgari düzeyde amel edeceğimiz Akaid, Fıkıh ve Hadis gibi temel ilimleri okuyup öğrenmeden bu metinleri anlamaya çalışmak, faydadan ziyade zarar verebilir. Şayet, bilhassa tasavvuf okumalarında teenni ile hareket edebilirsek; İbn-i Arabî ve İmam-ı Rabbânî hazretlerinin ve daha nice mutasavvıfın yazdığı o muazzam eserleri biraz da olsa idrak edebiliriz.
* Hayat’üs Sahabe; evladiyelik, müthiş bir eserdir. Müellifi; M. Yusuf Kandehlevî hazretleri. Allah rızası için alıp okuyalım. Eşimizi, dostumuzu ve çocuklarımızı da okumaları için teşvik edelim.
* Malayani ve fuzuli işleri bırakalım. Ömür sermayesi sınırlı, okuyacak öğrenecek çok şey var. Bu yüzden okuduğumuz kitapların muhtevasına dikkat edelim. Underground edebiyattan, insanı ve hayatı anlamak payesiyle içerisinde şirk ve küfür içeren kitaplardan, bilerek ve isteyerek Ehl- i sünnet itikadını hedef alan nifak yayınlarından, ucuz aşk ve polisiye romanlarından ve kötü çeviri eserlerden uzak duralım.
* Söz kitaplardan açılmışken bu hususta bir iki kelam etmeden olmaz. Üniversite dönemlerimde ara sıra gittiğim bir kitapçı vardı, giriş kapısının üzerindeki kocaman levhada şöyle yazıyordu: “Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak içindir.” Anladınız siz onu…
* Günümüzde, işyerlerinden ya da resmi kurumlardan çıkarken selam verdiğimizde insanlar şaşırıyorlar. Hâlbuki bir meclise girerken de çıkarken de selam vermek sünnettir. Hatırlatmakta fayda var; selam vermek sünnet, almak farzdır. Selam; müminler arasında hediyeleşmeyi, müminler ve gayrimüslimler arasında “güven duygusunu” imler. Aramızda selamı yayalım.
* Kenarları zikzaklı hacı dede takkesi, kumaş pantolon, oduncu gömleği ve ninelerimizin ördüğü kahverengi süveterleri giymekten utanmayalım. “Dar gelirlinin travması olmaz.” düsturunca hareket edelim ve pis bir sudan yaratıldığımızı unutmayalım.
* Özellikle dini, tasavvufi ve siyasi meselelerde kimseyle cebelleşmeyelim. Entelektüel ortamlarda, söz söylemenin ve bilgili olduğumuzu göstermenin şehvetine kapılıp, memur kılınmadığımız işlerle uğraşmayalım. Abdülkadir Geylani hazretleri: “Haklı da olsanız haksız da olsanız muarazaya girmeyin.” buyurmuşlardır.
* “Otorite, alışkanlık ve sağduyu gibi kendi benliğimizdeki putları yıkmadan”; özgür düşünce, devlet erkinin meşruiyeti, demokrasi, hümanizm, insan hakları, kadın erkek eşitliği gibi bir takım meseleleri sorgulamayı spor haline getirmeyelim. Hiç ata binmiyoruz, onun yerine ata binelim.
* Dost meclislerinde birbirimize şiir okuyalım. İyi şiir sadra şifadır.
* İnternet sitelerinden ya da sosyal medya üzerinden haber okumayı alışkanlık haline getirmeyelim. Günümüz normlarında aktif siyaset ve reel politik, sistemli yalan zincirlerinin üzerine inşa edilmiştir. Amerikan emperyalizmi, Avrupa Birliği, Siyonizm, küresel sermaye hareketleri ve yenidünya düzeni üzerine komplo teorileri uydurmayı bırakalım. Doğru kaynaklardan, gerekli bilgileri gerektiği kadar okumaya gayret edelim. Câri olan her şeye itiyatla yaklaşalım. Topluluklara değil topluma, hükümetlere değil devletlere, kaos ve entrika durumlarında insana önem verelim. Her türlü anarşizm, faşizm ve ideolojik sapkınlıkların şehvetinden nefsimizi muhafaza edelim. İki dakika delikanlı olalım.
* Fernando Pessoa, Cesare Pavese, Sartre, Milan Kundera ve Albert Camus gibi büyük yazarları okuyup okuyup “yalnızlık, hiçlik, eylemsizlik” gibi mefhumları kendi içimizde meşrulaştırmayalım. “Yalnızlık” ve “bir başına kalmak” farklı şeylerdir, ayık olalım.
* Çok fazla sanat film izlemeyelim, çok fazla şarkı-türkü dinlemeyelim; aksi takdirde varoluş sancısı gibi afili dertlere gark olduğumuz vehmine kapılabiliriz. Çoğumuzun babası ya Bağ-Kur emeklisidir ya da camii cemaatindendir, şekil şekil hareketlere girmeyelim. Kalbimizle ilgilenelim, trans yağlardan uzak duralım.
* Edebiyat, düşünce, sanat ve şiir ayağına sigaraya güzellemeler yazanlara aldanmayalım. Özellikle bu hususta fıkhî delillerle tartışmaya girmeyelim. İçenleri kınamayalım. “Çok içiyorsak azaltalım, az içiyorsak bırakmaya gayret edelim.”
* Üzerine düşünecek, tartışacak konu bulamayınca temcit pilavı gibi her mevzuu modern hayata ya da kapitalizme bağlayıp durmayalım. Eve girmeden evvel ayağımızdaki -converse ayakkabıları- çıkaralım, halıları kirletmeyelim.
* İmkânımız ve zamanımız olduğu müddetçe çocuklarımızı güneş alan, toprağa basabilecekleri, bisikletten düşüp dizlerini kanatabilecekleri, yüksek rakımlı-bol oksijenli, suyun ve yeşilin bol olduğu mesire alanlarına götürelim. Onlarla iletişime geçelim, onlarla çocuklaşalım. Onlara küçük yaşta akıllı telefon ya da tablet bilgisayar almayalım. Bisiklet alalım, bol bol düşsünler.
* Birbirimize hiç dua etmiyoruz. Birbirimize dua edelim.
* Site içerisinde hakikat, yalnızlık ve insana dair yazdığı mektup, deneme ve şiirleriyle tanınan Sulhi Ceylan isimli zatı gözümüzde pek büyütmeyelim. “Dervişem men, men hikmet söylerem arpa değil. Aman efendim pek münzeviyim, kendi (ben)imde kendi (ben)im. Yok efendim, öyle çilekeşim böyle çilekeşim.” ayağına hepimizi uyutuyor olabilir. Madem öyle yazma kardeşim! Çile ehli çilehanede gerek, ne işin var sitelerde sosyal medyalarda! Madem öyle, çek elini eşyadan, sıkıyorsa yak kitaplarını! “Ez bütün çiçekleri kendine canavar dedirt!” Okuma bu kadar, okuyacaksan illa, işte; hazreti insan! Yazacaksan illa, git suya yaz. Yazmak; vesilelerden bir vesile değil midir? Dervişin vesilelerle işi nedir? Kendi isminizle yazarak niçin bir iddia sahibi olmak peşindesiniz ey Sulhi Ceylan? Müstearla yazsanıza. Kul kimdir? Kul müddei midir? Bunlar hep ölümden korktuğunuz için. Neyse, iyice gerildim…
* Son olarak, çok sevdiğim bir yazar şöyle diyor: “Asıl acı veren ayrılık değil ki. İnsana asıl acı veren, ayrılığın öncesinde ve sonrasında yaşantıladıkları. O halde, “ayrılmış olma bilgisini” kaybetme. Orada kal. “Ayrıldık” ya da “Ayrılacağız” diye başlamasın cümle. De ki “Ayrılıyoruz.” Diklemesine.”
Yani ki muhterem; bizler yoktuk, sonra var olduk. Dünya ki; yoktu, sonra var oldu. Dünyada olduğumuzdan haberdar edildik sonra. İşte, dünya ortadan ikiye ayrılmak üzere. İşte, can elmasımız kırılmak üzere. Birazdan, hepimiz dünyadan ayrılacağız; diklemesine. O vakit muhterem;
“Artistliği bırakalım, virdimizi çekelim!”
Vesselam.
Bahadır Dadak
15 Yorum