Çiçek tarhlarının üzerinden geçtiğim bulutlu bir günün ertesiydi. İnsanların yaşamaktan vazgeçtiği şehrin binaları küskün, suları duru, otları yabaniydi. Evcilleştirilmekten kurtulmuş doğanın kıyıda köşede kalan üç beş çöp yığınından gayrı serzenişi kalmamıştı. Belli ki o artıkları da sindirmeye azmedişi polenlerinde saklıydı toprağın. Pazıları sertleşmiş sarmaşıklar engelliyordu güneş ışığını, penceresi olmayan taş yığınlarından içeri girmesin diye. Burada ne işim vardı Allah aşkına? Hem beni buraya kim getirdi yarım yamalak anladığım bir şarkının nakaratında uyuyakalmak üzereyken?
Yaşamın melankolik tarafını seçmiş bir sinek vızıltısı kulağımı delip duruyordu. Başka da hiçbir rahatsız edici ses yoktu. Ayrıca hayat burada olağan gücüyle yavaşlamayı seçmişti. Artık canlılığın bu şehri terk ettiğini iddia eden bilim artistleri yine yanılıyordu yampir yumpir konuşurlarken. Kendilerinin anlık sonuç alma eğilimine inat canlılık hız tanımının asgari gereksinimlerini yerine getirmekle yetinmekteydi sadece. Bu bilim şeyleri aradan seksen küsurlu yıl geçtikten sonra buraya tekrar gelse ölü diye taşladıkları yerin burası olmadığını sızlanıp dururlardı zannımca.
Kısa bir süre sonra manzaraya alışmaya başlarken buldum kendimi. Ama sağ kaşımın üzerindeki kırışıklıkla görünür olan başka bir soru var. Bu gördüğüm kimin eseriydi gerçekten? İnsansızlığın bu derece yoğun ve hâkim olduğu bir yeri hangi insan bulup önüme koymuştu da ben şimdi gözümün kızarıklığında duran belli belirsiz gecenin kirasını buna yatırmakla meşguldüm. Anlamaktan korktuğum bazı gerçeklerin olduğunu seziyorum. Bir şehrin gökyüzünden bir tane olsun uçak da mı geçmez? Nedir bu kendi düzensizliğinde hayat bulan dinginlik? Anlamaktan korktuğumu iddia ederken anlamaya üşendiğim iddiası çarpıyor sinir uçlarıma. Bu bir kurtuluş çağrısıdır. Üşengeçliği kabul edersem korkaklıktan kurtulacağım. En azından bunun üzerine gitmeliyim.
Şurada gözümü ısrarla kemiren bir nesne var, yokluk imgesi olmaya namzet. Biraz daha dikkatli bakarsam kalbimin atışları hızlanacak, eminim. Bir kapıya benziyor sanki. Bakışlarımla itersem ardından bir başka şey çıkacak. Ama olmaz, ben kapılardan korkuyorum. Bütün korku filmlerinde her şey bir kapının gıcırdamasıyla başlar. Hayatımın kısacık bir anının bile kötü yazılmış bir senaryonun kurbanı olduğu vehmine kapılarak yaşamaya hiç de niyetim yok. Fakat kapıya benzeyen nesne gittikçe büyüyor. Ben görmezden geldikçe baktığım her yerde beliriyor. Bunu bir süre daha ertelemeliyim. Zaman ilerledikçe güçsüzleşeceğine dair bir umudum var. Hiç olmazsa ardındaki gerçek önemini yitirebilir. Şimdilik düşüncelerim bunlar. Fakat çarkın diğer türlü dönme ihtimali de mevcut. Ya ardında çok önemli bir şey varsa? Diğer taraftan onun güçsüzleşeceğini beklerken benim diz bağlarımın motor nöronlarla arasının bozulacağı ihtimali daha kuvvetli bir ihtimal olabilir. Bu korku beni harekete geçirmek üzere teoriler üretirken başka bir korkunun sağanağında şemsiyesiz bırakıyor. İnkâr etmiyorum; korkuyorum.
Şimdi bir tercih yapmak zorunda olmaktansa bu nesneyle hiç karşılaşmamış olmayı yeğlerdim. Fakat sayfayı geri çevirmekle bitmiyor iş. Üçüncü bir yol arıyorum. Hiçbir şey yapmadan durmak gibi mesela… Fakat o da kapıyı açmamakla eş anlamlı. Nasıl bir kavganın ortasına düştüm böyle? İki tarafın tezleri de ardı sıra dövüyor karşı tarafı. Biri ardında olma ihtimali yüksek olanı gördükten sonra yeni bir sorumluluğun doğacağını söylerken diğeri zaten yolu bulmakla yolcu olmanın başladığını iddia ediyor.
Hangi tarafı seçeceğimden halen emin değilim iyice yorgun düşmeme rağmen. Fakat korkumun beni daha sıkı zincirlerle bağladığı kanaatindeyim. Evet, korkuyorum. Hâlbuki yıllar yılı bir kapı aralayıp evrenin en ücra köşelerine yolculuk etme hayallerini yastık yapmış bir çocukluğun sonrasıyım. Artık büyüdüğümü düşünüyorum. Fakat bir çılgınlık yapma hakkım yok mudur dersiniz? Çok kararsızım ve zaman hızla ilerliyor.
İbrahim Halil Aslan
(Devam edebilir…)
7 Yorum