Mana, tüketilmeye değer bir haz ve heyecan verir insana. Ne buradaki insan, sıradan bir insandır ne de tüketmekten kasıt, geri dönüşümsüz bir yitirmedir.
“Edebiyat insanı”; fark etme, algılama ve kavrama üzerine, yani anlam temelinde zihnini toparlama işinde mesai yapan kişidir. Her şeyin bir hikâyesi vardır onda. Soyut-somut her bir nokta, nüans ve zerre, onun için şiir devşirilecek, kelimelere dökülecek potansiyeli haizdir. İşte bu yüzden kalabalıktır. Tek başına da olsa hep gürültülü bir dünyası vardır.
Zweig’ın tespitiyle; ister Balzac gibi toplumun dünyasını, ister Dickens gibi ailenin dünyasını, ister Dostoyevski gibi bireyin ve insanlığın dünyasını işlesin; ne içinde bir yerlerde kahkahalar, ayak sesleri, çığlıklar eksik olur ne de yüreğindeki kaygı, umut ve bekleyiş… Bu, bir bakıma, nakıs ve dolayısıyla aciz insanın en belirgin ve düşünülesi halidir. Muhakkak olan ölüme, ancak ve ancak yaşayarak gidebilmenin kanatlandırdığı sezginin bir nişanesidir. Goethe’nin, “Sona erdiremeyişin… Budur seni büyük kılan!” sözünde insanı, değneğini saklamaya mecbur eden ne varsa, hepsi ama hepsi, gelip de Dostoyevski’nin şu sözünde düğümlenir: “Ah, insanın birliğine inanmayın!” Öyle bir iç tantanası ve çoğu zaman kendi dünyası vardır ki edebiyat insanının, Teophile Gautier’e şu sözleri dahi sarf ettirmiştir bu durum: “Yazar, kadınlardan uzak durmalıdır; kadınlar, zamanı boşa harcatırlar, onlara mektup yazmakla yetinilmelidir; bu, üslubu geliştirir.”
Edebiyat insanından, bir uzaylıdan ya da klinik bir vakadan bahseder gibi bahsetmek, yazının kimliği itibariyle evvela şahsımın işine gelmez; ancak onun manaya dair tutkusu o denlidir ki mantık düzleminde yalpa yapması beklenilebilir bir sonuçtur. Bu hal, Necip Fazıl’ın gözünden Sait Faik örneğinde kendini bulur: “Kumral saçının perçemleri uçuşan, yalınayak, mintanı yırtık pırtık, suratı leke ve tırmık izleri içinde, ağzında yerden aldığı bir izmarit, 15-16 yaşında bir balıkçı çocuğu… Ve arkasında vecd ve aşka gömülü, bu çocuğu takip eden Sait Faik… Bu manzara, onun hikâyelerinden mülhem bir tasvir değil, Mistik Şair’in göziyle gördüğü bir vakıa…
– Nereye gidiyorsun, Sait Faik?
– Görüyorsun!
– Dur bir dakika, konuşalım!
– Duramam! Kaçırmamalıyım!”
Ne var ki Necip Fazıl bu anekdotu, Sait Faik’in sığlığına ve “tek ton”luluğuna misal teşkil etsin diye nakletmiştir.
Stendhal, edebiyat insanının, tüm zorluklara rağmen anlatı gücü güdüsünün, kendi özelinde, “şimdiye değin görülmemiş duygular icat etmek için…” olduğunu ifade etmiştir. Hele öyle dâhiler vardır ki “edebiyat insanı” denenler arasında, onlar hakkında söylenmiş şu söz, çarpıcı bir betimleme olarak hatırlarda ve satırlarda kalacaktır: “Böyle bir gücün, sanata gereksinimi yoktur.” Çünkü bizzat kendisi sanata dair birden çok şeydir. Oscar Wilde bunu, “Dehamı, hayatımla gösterdim, yazdıklarımla ise yalnızca yeteneğimi sergiledim” şeklinde üst basamaklardan haykırır. Ve yine Wilde’ın şahsında edebiyat insanını anlamak, bir nebze de güçtür. Kendince manayı kendine Leyla edinmiş bir Mecnun olarak o ve onun gibiler, bazı hususlarda kolay anlaşılamamakla lanetlenmişlerdir. Bundan, ne tavşan kusmanın nasıl bir duygu olduğunu en ince ayrıntısına kadar anlatan Cortázar, ne bir sabah böcek olarak uyanmanın ne olduğunu bildiren Kafka, ne de intihar eden bir adamın kanına yolculuk yaptırarak o kanı adamın annesinin kapı eşiğine getiren Márquez nasibini almaktan kurtulabilmiştir. Camus ile Atay gibilerini saymıyorum bile. Bir duruşmada müstehcen bir kitabın yazarının Wilde olmadığı anlaşılınca yargıcın, “Zannederim bu kitabı siz de ahlâk dışı buluyorsunuzdur!” tarzındaki sonu ünlemli sözüne mukabil o, şu bombayı patlatıvermiştir: “Ahlâk bozucu olmaktan da beter; çirkin yazılmış!” İşte bu ifade, içinde halklar, diyarlar yaşatan edebiyat insanının meselelere ne acayip yollardan vardıklarını göstererek dile, Dostoyevski’nin şu sözünü getirirler: “Benim için gerçeklikten daha fantastik ne olabilir?”
Başta da ifade ettiğim gibi tüketmek, onlar için bir “yitirmek” değildir. Belki “bitirmek” kelimesinin çift başlılığında nefes alan bir kavramdır. Toprakta biten yeşil bir canın bitişindeki gibi… Suyun nefese ve gıdanın enerjiye dönüştürülmesinde su ve gıda ne denli bitiyorsa buradaki tüketimde de mana, ancak o kadar yitirilir. Her bir edebiyat insanı, bu anlamda kendince bir yol tutmuştur. Kimi zamanı, kimi parayı, kimi sağlığı, kimi masumiyeti indirir mideye. Fakirliği, ünü, sapkınlığı, düşkünlüğü dişlerinin arasında çiğneyip tanınmaz hale getirenler de olmuştur. Ancak dediğim gibi; bunların hepsi, gecelerinin sonunda görülmeye başlayacak güneşlerinin habercileri konumundaki kurulmuş saatlerdir. Her ne kadar birbirleri hakkında olumsuz fikirler ileri sürseler de… “Temizi ve iyiyi görmeksizin, pislik ve iç bulantısı şehveti içinde çırpınmanın ihtilâç şiirini getiren (Bodler) ve (Rembo)dan evvel bir (Jan Jak Ruso) ve sonra (Dostoyevski) misalleri vardır ki, bunlardan ilki ‘İtiraf’larında bir papazın kendisine tasallutunu anlatırken hiç de ahlâkî bir kaygıya sahip değil, öbürleriyse kötülük ve karanlığa battıkça batmanın ve teselliyi boyuna batmakta aramanın (mistik) zevkinde ve mesleğindedirler.” Bu satırlar, Necip Fazıl’a aittir ve farklı iklimlerin edebiyat insanlarının birbirleri hakkında ileri sürdükleri düşüncelerin farklılıklarına; ancak ne olursa olsun, estetik yanlarına mümtaz bir örnektir.
Zamanında Mehmet Erikli için söylediğim “Eğer bir öykücü size bakıyorsa bunu anlarsınız; tüccar değilseniz” sözüm, edebiyat insanı için geçerli bir yargıdır. O, edebiyatın (boş) edebiyatını yapmaz. Muhakkak varmak istediği bir “şey” vardır. Zaten aksi bir durum içerisinde olan, -mış gibi yaşamaya çalışan insancıklar, yine Necip Fazıl’ın şu betimlemelerinden nasibini almıştır ve alacaklardır: “Bütün yollar Roma’ya çıkar. Cihana hâkim bir imparatorluk nizamının tarihte mihrak noktasıdır çünkü Roma… Bizde de bütün yollar Bâbıâli’den geçer. Fikir, sanat, ilim, politika, pafta pafta, bu memlekette duygu ve düşünce kıvranışı belirten kim varsa, çarşısını, pazar yerini Babıâli’de bulur zira… Bu kabîl insanlar nerede ve neyle uğraşmakta olurlarsa olsunlar, Babıâli’den sayılabilirler. Rakısını tavuk göğsü mezesiyle içen bestekâr tanburacı, sanatını ağzından mı, göbeğinin altından mı devşirdiği belirsiz, yırtık ve pişkin kadın şarkıcı, Batı mektep kitaplarından aşırdıklarını öz ismiyle yayınlamak marifetinde, esersiz ve çilesiz profesör, karton adamlar kuklacısı, hummâsız ve mesleksiz romancı, aynı kaynaktan aynı şeyi çalmış görünmemek için meslekdaşlariyle pazarlığa girişen ve kaynakları bölüşen, makas ustası gazeteci, yeni bir ağız getirdiği vehminde hokkabaz şair, (devr-i daim) makinesi kâşifi Con Ahmet Bey serisinden akıl hastası, niyet kuşlarının puslaları halinde vatanın kurtuluş formülünü reçeteleştirici fikir ibişi, daha şu, daha bu, kıymet hükümlerini ve kahramanlık şehadetnamelerini hep Babıâli’den bekler.”
Cüneyt Dal
1 Yorum