Birinci Dünya Savaşı devam ederken insanlık tarihinin yaşadığı en büyük acılar hızını henüz kesmemişti. Bu akıl almaz savaşın bitmesinden bir yıl önce yani 1917 yılında, henüz 33 yaşında olan Franz Kafka, bir ağustos gecesi ağzından kan geldiğinde acı sonun başlangıcında olduğunu anlamıştı. Dünya kan gölüydü, her yerde savaş vardı ve insanlar günden güne bu evrenin yaşanabilir bir yer olacağına dair umutlarını kaybediyordu. Böylesi bir ortamda Kafka’nın ağzından gelen azıcık kan, ne kadar önemli olabilirdi ki? Belki böyle düşünebiliriz ancak ilk muayenelerin sonucunda, Kafka’nın o yıllarda tedavisi mümkün olmayan akciğer kanserine yakalandığı gerçeğini hatırlarsak durum değişecektir sanırım.
Ufak tefek bir apartman dairesinde ailesiyle birlikte yaşıyordu. Yazmak için gece geç saatlerde, hem dünyanın hem de hane halkının uyumasını bekliyordu. Çalıştığı ofis kâbus gibiydi ve direnci sınırlıydı. Evin gürültüsü de cabası desek yeridir. Basit ve keyifli bir hayat mümkün değilse Kafka için tek gerçek kendisine ustaca manevralarla belli bir alan açarak çalışmak kalıyordu. Sürekli üretmek, bir aşamadan sonra acıya dönüşüyordu. Onun hayatında da baştan sona hep acı vardı zaten. Mesai saatlerinin dışında egzersizler yapıyor, yürüyüşe çıkıyor, çok özlediği birisinden mektuplar bekliyor ve yine gece yarısı olunca yazmak için masasının başına geçiyordu. Yazı işlerini belli bir seviyeye taşıma uğraşından sonra bir dünya klasiği oluşturmaktan daha da zor olan bir başka eyleme geçiyordu: Uyumak!
“Canım ne var bunda, insan yorulunca uyur.” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak ruhun verdiği acının narkoza benzer etkisi, insanın uyuma güdüsünü o kadar yavaşlatıyor ve insanı bu konuda o kadar hissizleştiriyor ki, artık değil uyumak uyumaya çabalamak bile belli bir noktadan sonra ıstıraba dönüşüyor. İşte Kafka için de yazmaktan daha zor olan şey beklediği geç gelen mektuplar ve uyku idi. İkisinin de gelişinde ve gidişinde belli bir düzen yoktu. Zaten insan düzensizlikler içinde kendisine belli bir düzen kurmaya çalışan varlık değil midir? İşte kaos…
Acı, Acıyı mı Doğurur?
Dünya klasiği dediğimiz eserler acaba her zaman böylesi zor şartlarda ve acı sosuyla süslenmiş durumlarda mı çıkıyordu? Bu sorunun cevabı genelde “evet” oluyor. Kimse kuş tüyü yataklarda, hiç sıkıntı ya da acı çekmeden bir şeyler üretemiyor. Ama ille de yazmak için kendi kendimize vehmettiğimiz sanal acılar ise klasikleşen eserlere dönüşmüyor.
Kendisini bekleyen servis aracını her gördüğünde tuhaf hislere kapılan yazar, hayatı boyunca üretkenliğini destekleyecek bir iş bulamamanın sıkıntısını çekmiş. Hatta bazı zamanlarda bu servis aracını bir tabuta benzetiyor ve kendisi için yapılmış olduğunu düşünüyordu. Bir düşünsene sevgili okur, her gün işe gitmek için bindiğin servis aracı aslında senin gözlerinde bir tabut olarak beliriyor. Böylesi bir durumda o arabaya binmek ve işe gitmek aslında mezara girmek değil midir? Ve yine böylesi bir durumda iken nasıl olurda gece yazı masasının başına geçip ölmeyecek eserler kaleme almaya çabalıyorsun? Acaba Kafka’yı Kafka yapan şey bu muydu? Bu kadar dar alanda paslaşmak, bu kadar dar bir tabutta röveşata denemek!
Demem o ki sevgili okur, yazı işine giriştiysen ve yarına dair önemli cümleler kurup senden geriye uzun seneler okunacak eserler bırakmak istiyorsan bunları bilmek zorundasın. Acılarını yontup başkalarına çalışma azmi, üretme şevki vereceksen eğer, bunları bilecek ve ona göre yaşayacaksın. Başarı kolayca yakalanan, birilerinin sınırsız desteğiyle gelen bir şey değildir. Başarı, emek, çaba ve özveri istiyor, insanın kendisinden geçip yaşayamadığı hayatı başkalarına paslaması gerçeğini istiyor, acı çekmeni ama yine de üretmeni istiyor.
Bir Kafka Mucidi: Max Brod
Peki, tüm bu çaba, uğraş, didinme, kendini paralarcasına çalışma ne getirecek sana? Kafka’nın hayatına baktığınız zaman sonuç en az hayatı kadar acımasız olmuş. Hiç getirmiş, hem de koskoca bir hiç. Ölümünden sonra arkadaşı Max Brod, Kafka’nın kendisinden sonra yakmasını isteyerek teslim ettiği kitaplarını gün ışığına çıkararak arkadaşına ihanet ederken okuma zevkini bilen okurlara da müthiş bir armağan bırakmış. İşte bizim bildiğimiz o meşhur Kafka da bu saatten sonra ortaya çıkmış. Yani ölümünden sonra… Ölüm demişken Kafka’nın ölümü öyle kolay da olmamış. Sağlığında hiç göremediği şöhret, acıyla gelen ölümünden sonra olmuştu. 1917’nin Ağustos ayında ilk emaresini veren hastalık zamanla ilerlemişti. Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği 1918 yılında, bir sonbaharda İspanyol gribine yakalanmıştı. Haftalar süren acılara tutulmuş, tüm tedavilere rağmen durumunda bir düzelme olmamıştı. Zaman ilerledikçe yazarın sağlığı bozulmaya devam etmişti.
Kafka, 1923-924 yılları arasında Berlin’de bulunuyordu ve bu yıllarda yakalandığı bu amansız kanser hastalığı iyice ilerlemişti. Gırtlağına kadar ilerleyen kanser yüzünden Kafka artık konuşma yetisini de kaybetmişti. Artık senin, benim gibi insanlar için sıradan olan yemek ya da içmek gibi şeyler onun için tam bir işkenceye dönüşmüştü. Bir şeyler yerken ya da içerken dayanılmaz acılar çekiyordu. 1924 yılının Nisan ayında Wienerwald Sanatoryumu’nda, aynı zamanda aile dostları ve akciğer hastalıkları tedavisinde de uzman olan Dr. Hugo Kraus tarafından, Kafka’ya gırtlak kanseri teşhisi konuldu. Ancak tedaviye geç kalındığını da eklendi. Doktorlar devamlı muayene ediyorlar ancak bu muayeneler sonucunda, yazarın durumunun son derece kötü olmasından dolayı cerrahi bir müdahale yapılamayacağını söylüyorlardı. Kafka, çaresiz bir şekilde Kierling Sanatoryumu’na taşındı. 3 Haziran 1924 yılında Klosterneuburg’da yatarken 40 yaşındaydı ve acılarla başlayan hayatı yine acılar içinde sona ermişti.
Merhum Cahit Zarifoğlu’nun “Yaşamak” kitabındaki ilk cümlesi beni çok etkilemişti: “Ne çok acı var.” 1987 yılında aramızdan ayrılan Zarifoğlu da son yıllarını acılar içinde geçirmiş ve o da Kafka gibi kanser hastalığından hayata veda etmişti. Hastanede kendisini ziyarete gelen bir dostuna “Bu bahar çiçekler açacak ve ben göremeyeceğim.” demişti. Acı, acıyla yoğruluyor demek ki. Kafka da acıyla başlayan hayatını yine başka bir acıyla tamamlamıştı. Geride bıraktığı eserlerinin insanlar tarafından ne kadar beğenildiği, ne kadar sevildiğini hiç bilemedi. Gerçi bilseydi, bu durum onun acılarının azalmasına vesile olur muydu, bilemiyorum. Ama insanın acıya katlanmasını arttıran, bu noktadaki direncini kuvvetlendiren şey nedir sorusunun cevabını kendimce bulduğumu düşünüyorum. Bu cevabı merhum Zarifoğlu’nun da bulduğuna inanıyorum. Kafka mı? O başka bir dünyanın, başka bir inancın insanıydı. Nasıl inandı, nasıl yaşadı, acılarına nasıl katlandı tam olarak bilmiyorum. Ama keşke diyorum çoğu zaman, acı, insanı pişirir ve olgunlaştırırken, tüm insanlar için ortak bir reçete sunsa.
Dünya, var edildiği ilk günkü gibi temiz değil. Ve bu dünyayı da içinde yaşayan insanları da bu hale yine biz insanlar getirdik. Kafka’yı da dünyayı da biz kirlettik ve acılara boğduk. Şimdi günahımıza ağlama vaktidir. Belki bir Cahit Zarifoğlu şiiriyle, belki bir Kafka kitabıyla bunu yapmaya başlayabiliriz. Ne dersin ey sevgili okur; eğer halen geç kalmamışsak o gün bugün olamaz mı?
Davut Bayraklı
3 Yorum