gaddar ve şedit bir kafir tasallutu ve tahakkümü altında hayatımızı sürdürüyoruz. hepimiz, her birimiz, müslim-gayrimüslim yeryüzünde kim varsa, omuz üstünde baş taşıyan ne kadar adem evladı varsa hepsi bu tasallut ve tahakkümün zulmüne maruzdur. ama hiçbirimiz de zulüm görüyoruz diye mazur görülecek değiliz. bilhassa müslümanlar, adem aleyhisselam’dan bu yana süregelen iman-küfür çatışmasının farkında oldukları için yaşadığımız devrin mahiyetini kavramakta daha avantajlı durumdalar. çarpık olan ise, müslümanların tarihi tecrübesini dışarıda tutup ümmileşmeyi salık veren, kur’an ve sünnete bu fikirle yaklaşmayı savunanlar kur’an ve sünnete yüzlerini çevirdiklerinde bu iki müracaat merciini zaman ve mekanla kayıtlı, “tarihsel” oldukları savıyla hareket ediyorlar. bunların çarpık bakışının problemleriyle ifsat olmuş bir şekilde meseleleri değerlendirmeye icbar ediliyoruz. buna yanaşmayanların tavrı ise maalesef anlaşılmıyor.
orhan veli meselesinin de yukarıda ifade problemle karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. orhan veli’yi göklere çıkarmak, büyük ve majör bir şair olarak sunmak derdinde olmayan tavrımın anlaşılmadığını görüyorum. mükerrem’le konuşmaya çalışmamın da umduğum gibi bir başarıyı, bereketi getirmediğini itiraf etmeliyim. orhan veli, evet, metinlerine bakıldığında yadırgayacağımız bir yığın sözle dolu. serdar kocabaş bunlara işaret etmiş. bunları zaten inkar ettiğimiz yok. ben, her şeye rağmen, hâlâ, orhan veli’yi akademinin sunduğu gibi solcuların bayat bakışıyla sunulduğu gibi algılamayı kabul etmeyelim diyorum. orhan’ın dinle diyanetle alakası yok elbette. fakat behçet kemal gibi, kemalettin kamu gibi, özdemir ince gibi, melih cevdet gibi bir islâm düşmanı olarak tavsif etmek de mümkün değil. nâzım hikmet, halkın davasını güdüyordu. orhan veli ise halkın zevkini şiire taşımak derdindeydi. bu tespiti yapan metin eloğlu. derdi ise halkın davasını ve zevkini, aynı şiirde mezcetmek. metin eloğlu’nun bunu başardığını da söylemek mümkün. asaf halet’in “düdüklü tencere” hakkında yazdıklarına da dikkat edelim ama bunu yaparken metin eloğlu’nun başarısını inkar etmeyelim. müfredatların, akademinin, ders kitaplarının, devlet şairlerinin bakışına teslim olmayalım. eğer şiir, bir eğlence bir tatmin vasıtası bir beğeni konusu bir hobi değilse bizim için, bizim için gıdalanma, varoluşu dışa vurma, şuurlanma imkânıysa onların köhne bakışına teslim olmamamız gerek.
bugünlerde orhan hakkında yeni bir kitap çıktı. haluk oral, orhan’ın içkiden, stresten beyin kanaması geçirdiğini kabul ettirmeye çalışıyor. MİT’te çalışan insanlarla görüşmüş, suikast iddialarının gerçek olmadığını isbata çalışıyor. acaba görüştüğü MİT görevlileri kim? bunlarla nasıl irtibat kurmuş? bunların verdiği bilgilerin sağlamlığına nasıl kanaat etmiş? MİT’ten aldıkları bilgiler bize söyledikleriyle sınırlı mı? emniyet istihbaratıyla da ayrıca görüşmüş mü? bütün bu soruların cevabını bilmiyoruz. şu var ki bayram değil, seyran değil haluk oral bizi niye öpmeye çalışıyor bunu anlarız zamanla. kokusu çıkar. bize soru sormaya devam edeceğiz. mehmet akif ersoy hakkında çıkan vesikalar, istihbarat raporlarının devamı niçin gelmiyor? türkiye’nin NATO’ya girmesinden dört yıl önce öldürülen sabahattin ali hakkındaki vesikalar ne zaman ortaya çıkacak? n. hikmet ran ile alakalı vesikalar ne zaman ortaya çıkacak? istihbarata çalışan şairlerin raporları ne zaman ortaya çıkartılacak? necip fazıl kısakürek hakkında istihbaratın çektiği fotoğraf dışında başka bir kayıt yok mu? lütfen siz de soru sorun. ders kitaplarının size telkin ettiği romantik, hayalperest, melakolik şair tipinin uyduruk bir şey olduğunu bir kez düşündünüz mü, kapılar açılmaya başlayacak. ama siz, şiirin hislerle yazılan birtakım bohem metinlerden ibaret olduğunu düşünüyorsunuz, bu yazıya okumaya devam etmenin de bir manası yok, bilmenizi isterim.
moritanya’daki kur’an hafızlığının yüksek seviyede olmasından ötürü kuvvetli bir belagat ve edebiyat da ortaya çıkmış, arapçada moritanya için “milyon şairli ülke” anlamında bir deyim türemişti. 1928’de kur’an harflerinin yasaklanmasından sonra türk milletinin şiirle irtibatı da günden güne zayıfladı. gündelik, haberleşme için yazılan pusulaya mani yazmaktan tutun da akaidle ilgili itikadname eserlerine kadar her sahada şiiri, nazmı kullanan bir milletin çocukları bugün bir şiiri baştan sona, hata yapmadan seslendirmeyi başaramıyor. türkçe öğretmenliği eğitimi aldım. diksiyon dersinde müstakbel türkçe öğretmeni arkadaşlarım, istiklâl marşı’nı -on beş yıldan beri devamlı okudukları, ezbere bildikleri, hatasız bir şekilde yüksek sesle okuyamıyorlardı. insanların günden güne karnından konuşan, lisansız bir vaziyete geldiği günlerdeyiz.
bazı fütüristlerin iddiasına göre, 50 yıl içerisinde insanlar yazılı bir materyali okumak için dikkatlerini toplayamaz hâle gelecekler. bu bir yorum, gaybı ancak allah bilir. biz, bize yapılan kötülüğü ele almaya devam edelim. türkiye’de kur’an-ı kerim hafızlığı istenilen durumda değil. dünya tarihinde hem yazı hem ses yani hem metinle hem de sözle nakledilen ilk kitap kur’an-ı kerim’dir. bugün moritanyalı, somalili, sudanlı hafızlar ezberledikleri ayetleri, sureleri ezberden okuyabildikleri gibi ezberden yazabilirler de. bizim hafızlarımız bu vasfa sahip değil. arap âleminde, modern arapça denen şey, kur’an’dan uzaklaştırmak için üretilmiş ifsat faaliyetleriydi. haşemi yayınları, kahire kitap fuarı’na klasik, fasih arapça ilmi eserlerle katıldığında türkiye’den gelmekte olan, yoldaki 250 koli kitap hemen mısırlılarca satın alındı. dediklerine göre biz “dedelerinin mağaralarda sakladığı, gizlice okuduğu kitapları” onlara getiriyormuşuz. amerika birleşik devletleri ordusu, sudan’ın nüfus bakımından yarıdan fazlası kur’an hafızı olan şehirlerinde katliam yaparken biz “tekrar kur’an elimizden alınırsa ne yaparız?” sorusunu sormadığımız için hiçbir tedbir de almıyoruz. 28 şubat’la beraber türkiye’de hafız sayısı 5 bin ortalamadan 2-3 bine düştü. bugün bu durum devam ediyor. bizdeki ilim ve talim, kur’an-ı kerim merkezli teşekkül ettiği gibi sanatlar da kur’an merkezli ortaya çıkmıştı. türk şiirinin kuvveti de kulakları kur’an-ı kerim ile terbiye olmuş insanların kuvvetiydi. ağzımızdan çıkan kelimeler, sarf ettiğimiz her cümle kalbimizdeki imanın durumu hakkında haber veriyor. şuurumuz, şiirimiz, lisanımız ve kur’an’ımız bugün yok ve çölün ortasında, kupkuruyuz.
bütün bunların orhan veli ile ne alakası var?
kur’an-ı kerim’in, kur’an harflerinin, hayat tarzımızın, türkçemizin elimizden alınmaya çalışıldığı bir devirde orhan, “her enstrüman alınsa bile, yalıtıla yalıtıla çırılçıplak kalmış bir durumda bile türkçe bir şiir söylenebilir mi?” sorusuna bir cevap vermeye çalışmıştır. hani siz diyorsunuz ya, “şairanelik, vezin, kafiye… her şeyi götürdü, böyle şiir olur mu?” orhan’ın yaptığı işe bir de bu vecheden bakın. her şey elden gitse bile bir şiir çıkarma çabası, tecrübesini suçlayıp geçmek kolaycılığına düşmeyin. elinizden kur’an’a alanlar, bir de bu yönden kazık atmasın. elimizden kur’an’ın alınmasına karşı tedbir almadık, elimizden her şey gidince şiirimiz nasıl olur meselesini araştıran şairi “bunun yazdığı şiir değildir.” diye kolayca harcamayalım. sizin sadece bunu görmesini istiyorum. orhan’la ilgili en önemli meselenin bu olduğunu kabul etmenizi istiyorum. bunu kabul ederseniz konuşacağımız çok şey var. ama merak etmeyin orhan meselesini kapatacağım. sulhi abi, hakikaten kapatacağım? ne dersin bu işe mükerrem? siz benim dilimden çok çektiniz. şimdi bana doğru dönüp bir şey diyecek misiniz? demezseniz, susarım. ama benim susmamın bedelinin ne olacağını kestiremiyorsanız, size tavsiyem, bunu tecrübe etmeyin. belki de benim suskunluğum daha çekilmezdir.
mehmet raşit küçükkürtül
1 Yorum