Anlaşılan Davut Bayraklı’nın Papa ile arası iyi değil.
***
“Eğer öz babam kilisenin öğrettiği doktrinden sapmışsa ve inancını kaybetmişse, onu yakacak odunları bizzat ben toplarım ve babamı yakmaktan kaçınmam.” Papa 4. Paul (1555)
Öncelikle belirtmeliyiz ki, bu satırlarda anlatacaklarımız salt roman konusu olmuş kurgusal ürünler veya bilimsel temelden uzaklaşmış ve bilimsel değeri olmayan edebiyat malzemeleri değildir.
Batı ve Batı Kilisesi, dinsel gelişimini, edebiyatına, felsefesine, sosyo-ekonomik yaşamına, agnostik ve kült temelli inançlarına borçludur. Tabiî bu arada rahminde taşıdığı bazı zekâların uzun bir zaman süreci içinde geliştirdikleri teviller de bu dinsel gelişim sürecine önemli oranda katkıda bulunmuştur.
Biz burada bazı batı romanlarını ve bu romanlarda gerçek verilere dayanarak kurgulanmış olan dünün ve bugünün Hıristiyanlığını göstermeye çalışacağız. Bu vesileyle bir kez daha Batıda ki hayatın gelişim sürecinin kiliseyle ne kadar alâkalı olduğunu Batı Edebiyatı ve romanı üzerinden göreceğiz.
Bu eserlerden bazıları, eser sahiplerinin “Aforoz” edilmesine sebep olmuştur. Batılı aydın ne zaman akıl ve mantığa dayalı eleştirel bir süzgeç kullanarak inancını/imanını sorgulamışsa karşısında hep imanının koruyucusu olan kiliseyi bulmuştur. Ve kilise de bu tarz bir tümevarım yöntemi kullanarak iman sorunsalını aşmaya çalışan veya iman etmek için çaba sarf eden entelektüellerini “Efradını cami, ağyarını mani bil” edasıyla âdeta evrenden silmeye çalışmıştır. İşte bu nedenledir ki Batı entelektüelleri, kilisenin bu bağnaz ve bilim dışı tutumunu aşabilmek için ya susmak ya da fısıltıyla konuşmak ve üretmek zorunda kalmıştır. Ama bu entelektüellerin içlerinde aynı sıkıntıyı çektiği halde şanslı olanlarda yok değildi.
Mesela Galileo yazdığı bir eserini yayınlayabilmek ve yayından sonrada Kilisenin hışmından ve “Engizisyonun” zulmünden kurtulabilmek için eserini çocukluk arkadaşı olan “Papaya” “Tanrının yeryüzündeki gölgesine” ve “Tüm Hıristiyanların Kutsal Çobanına” ithaf etmiştir. Amaç ise sadece bilimsel gelişmelerin ışığında bulduğu yeni verilerin insanlığa hediyesidir aslında.
Hadisenin bir başka boyutu daha vardır ki, o boyut Hıristiyanlık içinde yeni tarikatların ve farklı inançların doğmasına neden olmuştur. Dini anlama ve ona iman etmedeki farklılığın ve ya bahsettiğimiz bu sürecin genel kilise kabullerinin dışına çıkmasının Engizisyon Mahkemelerine ve dolayısıyla da türlü cezalara, işkencelere kapı açtığını gören bazı entelektüeller ise, gizli tarikatlar kurarak inançlarını agnostik ve gizemsel eserlere taşımışlardır.
Tüm bu gelişmeler ifade sorunu yaşayan batının tarihi gerçeğini gözler önüne serer.
Bizim bu yazımıza konu olan eserler ise çok eski zamana ait olmamakla birlikte işlediği temalar 11 ve 12. yüzyılda geçer. Kısmen yukarıda anlattığımız problemlerin dışındadır bu eserler ama tarihsel dini gelişim sürecinde “duyuş” ve “düşünüşte” geçmişin hafakanlarını tekrar karşımıza da çıkarırlar.
Kanaatimce, ilk olarak Giritli yazar Nikos Kazancakis’in “Allah’ın Garibi ve ya Assisili Francis” isimli kitabına bakmakta fayda vardır. (Yalçın Yayınları, İstanbul, 1995)
Kazancakis bu kitabında Hıristiyan (Katolik) Azizi olan Assisili Francis’in hayatını anlatır. Romanda, İtalya’da Assisi’de yaşayan Francis gününü gün eden, eğitimsiz genç bir âşıktır. Francis bir gün göksel bir uyarı alır ve o andan itibaren hayatı değişir. Artık yeni hayatını “İsa Mesih’e ve Papa’ya” adamıştır. Sadece içki içerek genç kızların peşinden koşan serseri Francis’in “Assisili Aziz Francis” olması da böylece başlamıştır. Bugün Katolik âleminin kabul ettiği resmi tarikatlardan birisi olan “Fransisken Tarikatı’nın” kurucusu olan bu kişinin hayat felsefesi ise iki cümle üzerine kuruludur: “Cehalet erdemdir.”
Hiçbir dinsel eğitim almayan Francis kendi başına dağlarda gezmeye başlar ve geceleri de mağaralarda yatar. İşte böyle bir günde bir mağarada Şeytan’la konuşur, onu yener ve artık onun da kurtulması için Tanrı’ya devamlı dua eder. Cüzzamlı insanların arasına girerek onlara yardım eder, bu arada cüzzama yakalanmayarak en büyük kerâmetden birisini de gösterir.
Üstat Kazancakis’in bir diğer kitabı da “Günaha Son Çağrı” isimli kitabıdır (Cem Yayınları, İstanbul, Ocak 1999). Yayınlandığı dönemde oldukça tepki toplayan -bu arada bir o kadar da ilgi gören- kitap sahibinin Katolik Kilisesinden “Aforoz” edilmesine neden olur. Aforoz nedeni ise gayet açıktır: Kitapta anlatılan İsa, Katolik Kilisesi’nin kabullerinin dışında saralı, ağlayan, âşık olan, zayıf, güçsüz, sıklıkla hastalanan, genelde de korkak bir insandır. Yani üstat, Katolik Kilisesi’nin “Rab İsa’sını” ve “Tanrı’nın Biricik Oğlunu” gerçeğe aykırı olarak romanlaştırmıştır.
Tanrı olarak kabul edilen İsa’nın bu şekilde resmedilmesi, romanlaştırılması doğal olarak, kendisine iman edenlerin imanını kabul eden kiliseyi çileden çıkarır. Kilise bu İsa prototipine o kadar kızar ki; 20. yüzyılda yaşandığını unutarak Giritli ünlü yazar Kazancakis’i “Aforoz” eder. Kitapta İsa, Mecdelli Meryem’e (Maria Magdelena) âşık saralı bir gençtir. Ufak tefek kaçamak yapan “Tanrının Yeryüzünde vücut bulmuş sözü/oğlu” daha çocukken Maria ile evlilik hayalleri kurar ve ona bu konuda sözler verir. Ancak gençlik döneminde Nasıralı İsa başka bir âleme kapılır ve kendisinde kimsenin anlamadığı haller olmaya başlar. Bu arada hastalığı da ilerlemiştir. Bir gün Mesihlik iddiasında bulunan birisinin çarmıha gerilişini sonuna kadar izleyen İsa, farklı bir duygu âlemine kayar. Kitap oldukça uzundur ve genel kabullerin dışında bir İsa tipi çizmeye devam ettiği için de Kilise tarafından büyük tepkiler toplar.
Bugün halen Katolik ve Protestan dünyasında İsa’nın “gülen veya ağlayan” bir insan olduğunu ilk kez işiten bir Hıristiyan’ın yüzündeki şaşkınlığı görmek sanıyorum ki sizi de şaşırtacaktır. Zira tarihsel İsa, kendisine inananlarca, insani vasıflar taşıyan bir peygamber değildir. O bizzat “Tanrı’nın” kendisidir.