İşbu yazı, Süleyman Mete’nin 08.04.2019 tarihinde Edebifikir’de yayınlanan “Müsait Bir Hapishanede İnebilir miyim?” başlıklı öyküsüne yapılan yoruma cevap niteliğindedir.
AÇIKLAMA!
Amacım, kimseyi rencide etmek değil. Zaten ilgili yorum, “dikkat okur var” müstearıyla yapılmıştır. Derdim, ne Süleyman Mete’yi övmek ne de öyküsü hakkında bir değerlendirme yapmaktır. Kurgusal metinlere yaklaşımın nasıl olması gerektiği üzerine fikir beyan etmek istiyorum ve elbette eleştirilere açığım. Bu sebeple üslubumdaki alaycılık, hoş görülmelidir.
***
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki “dikkat okur var” gibi iddialı bir ifadenin ardından gelecek yorum için koltuğumda doğruldum, üstüme başıma bir çeki düzen verdim; fakat o da ne! Eleştiri yapayım derken cehaletini ortaya koyan bir anlayıştan çıkmış zırvalarla karşılaştım. Eyvah, bu sözlerim de iddialı oldu herhalde! Eh, o vakit iddiayı ispata başlayayım:
1. Konuya temelden giriş yapalım ki bu, bir okur (hakiki manada) için en alt seviyedir. Soru: Edebî bir kurgu metnine nasıl yaklaşılması gerekir? (En azından bu şekilde olmadığı kesin) Öykü de tıpkı roman gibi kendi içinde kendi gerçekliği olan ve gerçek hayatla asla bu denli yüzeysel bir şekilde karşılaştırılmaması ve karıştırılmaması gereken edebî bir türdür. Madem “okur” iddiası ile muhatabız, o zaman günümüz edebiyat kuramcılarından Prof. Dr. Terry Eagleton‘un Edebiyat Nasıl Okunur kitabını şiddetle tavsiye ediyorum. Bu denli meraklı olduğunuza göre meselenin uzun uzadıya aslını da öğrenirsiniz diye umut ediyorum.
2. Netleştirilmesi gereken ikinci konu, yazar ile anlatıcı arasındaki farktır. “Müsait Bir Hapishanede İnebilir miyim?” öyküsü, Mete‘nin klavyesinden çıkmış olabilir ancak anlatıcının o olduğuna kim yemin edebilir? Cortazar‘ın “Paris’teki Genç Bir Hanım’a Mektup” öyküsünü ele alalım. Cortazar, buradaki anlatımda, birinci tekil şahsın ağzından konuşur. İllet bir hâle düştüğünü, durup durup tavşan kustuğunu anlatır ve çarpıcı ayrıntılarla öyküyü zenginleştirir. Şimdi, mantığınıza göre yazar, bir tavşan kusucusu mudur? Ya da gerçek hayatta tavşan kusan bir insan olmadığına göre, yazarı yalancılıkla veya delilikle mi itham etmeliyiz? Hayır, tavşan kusan kişi anlatıcıdır. Yani Cortazar‘ın bu öyküyü yazarken büründüğü kişilik… Dolayısıyla yorumunuzdaki “sayın yazar” vb. ifadeler, bunların hiçbirinden haberdar olmadığınızı haykırıyor. Bir rüya gibi düşünebilirsiniz bu konuyu. Rüyada kendinizi görürsünüz fakat o siz misinizdir? O âlemde gördüğünüz siz, sizin gerçek hayatta yapmayacağınız işler yapabilir. Siz yazarsınızdır. Rüyanızı ise, rüyanızdaki sizin yaşadıkları üzerinden o kişiye tanık olarak anlatırsınız.
3. Bilmediğimi bilen biri olduğumu düşünürüm. Açıkçası “rastlantısallık kuramı” diye bir kavramdan bî-haberdim. Hemen bakayım dedim ve derin bir alt yapı beklerken gayet sığ cümlelerle karşılaştım ki zaten bildiğimiz bir hususun afili ifadesiymiş. Aslında birinci ve ikinci maddeden sonra üçüncüye hacet yoktu lâkin yazmakta fayda var. (Bu madde, rastlantısallık denen gâvur söyleminin, ilgili öyküyü eleştiriye temel oluşturamayacağı üzerine ayrıntılandırılmıştır.)
* Yorumunuzda, yazarın alttan alta tesadüflerle ilerlediği savından hareketle “seküler zokayı yuttuğu” gibi büyük bir laf ediyor, sonunda da “bedeli bu olamaz, olmamalı” diye romantizm kokan dileklerle feryat ediyorsunuz (tabiri caizse!). İyi de kuzum, Sezgin’in, akıbetini hak ettiği, öykünün neresinde vurgulanmış? Bilakis, zaten tersinden bu mesele anlatılıyor; yani hak etmediği meselesi… Ters okuma diyorum hani… Tam da burada aklıma, Clint Eastwood’un efsane Affedilmeyen (Unforgiven) filmindeki son sahne repliği geldi: “Bunun hak edip etmemekle bir ilgisi yok!” (İzlemediyseniz kesinlikle öneririm!)
* Malumun ilâmı olacak ama hayatta denk gelişler, rastlantılar, tesadüfler (aman, sakın beni de aba altından sopa göstererek kaderi inkâr ediyorum vehmiyle damgalamayınız, kırılırım) şeklinde adlandırdığımız günlük dildeki hadiseler, Müslümanlar olarak biliriz ki elbette kaderden bağımsız değildirler. Zaten yorumunuzda tutunduğunuz tek dal da buydu ki bu da gördüğünüz gibi çürük çıktı. Mübalağa ayrı şeydir, yalan ayrı şey. Yine, kurgu ile yalan birbirinden farklı ifadelerdir. Rastlantı dediğimiz şey, yine kadere bağlı bir oluştur. Aciz olduğumuzdan, bizce rastlantı olarak adlandırılır. (Bana, zamanında bir şiirde şehvet kelimesini kullandım diye şiiri revize eden bir zatı hatırlattınız; evet, yaptığınız tam olarak bu, kelime ve kavramları yasaklayıcı bir tehlikeyle, ateşle oynar gibi oynamak…)
* “Sezgin niçin cezalandırıldı?” gibi bir feryadı anlayabiliyorum. Belli ki çok duygusal bir yapınız var. “Bir rastlantının sonucu olarak mı yoksa bir hikmetin gereği olarak mı?” sorunuz ise itiraf etmeliyim ki beni benden aldı. “dikkat okur var” ismine yakıştı mı şimdi bu soru? Yahu adam yazmış, bir de okurun üstüne düşen vazifeyi üstlenip öykünün önünü ardını da mı yazsın yani? Çok ayıp! (Rivayet odur ki; Merhum Mehmet Âkif’e biri, “üstad, yeni şiir var mı, okusanız”, diye sorar. O da, “var ancak yanımda değil”, diye cevap verir. Adam, şaşırarak, “nasıl yani, şiirlerinizi ezbere bilmiyor musunuz”, der bu sefer. Şairin yanıtı, veciz olduğu kadar nüktelidir de: “Ne yani, yazdığım yetmiyor, bir de oturup ezberleyeyim mi?”)
4. Rastlantısallık meselesini üçüncü maddenin içinde maddeleştirdikten sonra sıra geldi son cümlenin hayret verici ifadesine: “sayın yazardan hikâyenin devamını bekliyorum.” Edebî bir eser (eğer devam etmekte olan bir tefrika veya deneysel bir tür değilse), başladığı yerde başlar bittiği yerde biter. Bu o kadar basit ve temel bir bilgidir ki… Bizler, Monte Kristo Kontu‘nu bitirdikten sonra, “Eee, Edmund Dantes şimdi Mercedes‘ine kavuştu, tamam da acaba sonrasında kaç çocukları oldu, ticareti büyüttü mü iflas mı etti?” diye sormayız. Ya da yukarıda bahsettiğim üzere Cortazar‘ın öyküsünü okuduktan sonra, “İyi de nerde bu mektubun karşılığında yazılmış mektup? Aaa, olmadı şimdi!” demeyiz. Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm adlı romanını süsleyen güzeller güzeli Tadzio’nun, Aschenbach’ın ölümünün ardından okul yılları bizi hiç mi hiç ilgilendirmez. Tıpkı Eagleton’un dediği gibi: “Edebî kişiliklerin geçmişi yoktur. Harold Pinter’ın oyunlarından birini sahneleyen bir tiyatro yönetmeni, yazara oyundaki karakterlerin sahneye çıkmadan evvel neler yaptıklarını sorar. Pinter’ın cevabı kısa ve nettir: Sana ne?” Bununla beraber, tabiî ki bir fantezi olarak hikâyenin geri kalanını hayal etmekte serbestsinizdir.
Son olarak; yorumunuzla böyle bir yazı kaleme almama vesile olduğunuz için teşekkür eder, sap ile samanı karıştırmamanızı önemle istirham ederim.
Cüneyt Dal
Süleyman Mete’nin sözkonusu hikâyesi: Müsait Bir Hapishanede İnebilir miyim?
21 Yorum