15 temmuz romantizmi, “deli halid paşa müstearlı” okura cevap yâhut ne olacak benim bu hâlim bahadır?

sizin de dikkatinizi celb etti mi? son günlerde bir 15 temmuz romantizmi her yanımızı sarmış vaziyette. 15 temmuz’u bir tür milat olarak takdim edip bunun üzerinden “artık, bundan böyle…” ile başlayan cümleler rahatça kuruluyor. muhakkak büyük bir hâdise ve türkiye artık 15 temmuz’dan evvelki türkiye değil. fakat gene de ayakları yere basmayan bir romantizm olduğunu söylemekten geri durmayacağım. size de tuhaf gelmiyor mu meselâ CİMER’e (cumhurbaşkanlığı iletişim merkezi) 15 temmuz tesiriyle gaza gelip “artık osmanlı zamanında olduğu gibi tatillerimizin perşembe ve cuma günü olmasını istiyoruz.” diye yazmak? bunu akrabam bir genç yaptı. elbette tek bir misâl üzerinden hükme varacak değilim. siz de işittiğiniz cümleleri şöyle bir tartın. 15 temmuz’dan sonra daha farklı mı yaşıyoruz? insanların hayatının pek de değiştiğini göremiyorum ben. belki de benim körlüğümdür, suçlayabilirsiniz, çekinmeyin. iki ayda bütün her şey değişecek değil elbette. ama kokusu gelmez mi, işareti görülmez mi? türkiye’de liyakatin tekrar kıymet kazanacağının emarelerini müşahede ediyor musunuz meselâ?

edebifikir’de iktibas edilen “devletin gölgesinde oturmak şiiri cılızlaştırır” serlevhalı yazım hakkında “deli halid paşa” müstearıyla bir okur yorum yazmış. bu yorumda beni tenkit ediyor, cevap verirsem de nasıl cevap vermem gerektiğini bana söylüyor. ama o kadar teferruatlı bir emir vermemiş paşa hazretleri; sadece ismet özel’in kitaplarını referans olarak kullanmayacakmışım. paşamızın derdi, tenkit de değilmiş aslında. bu fakîr-i hakiri, “cevap vereceksen ismet özel diye çene çalıp durma, kendine ait bir cümle kur.” diye tenbihlerken lafı tevazu kanatlarını gerip bitirmiş: “nitekim ben de eleştirmek için değil, kafamda türk şiiriyle türk milleti arasındaki rabıtaları oturtamadığım için soruyorum.” bu kötürüm türkçeyle savrulmuş cümlelerin iyi niyetine inanmaktan başka elimizden gelen bir şey yok. bakalım, şimdi bendeniz, hüviyetini gizleyen bu şahsın zihnindeki irtibatsızlığı izâle etme işine girişecek miyim? her ne yazarsam yazayım, işte şu kurduğum cümlelere bakıp ancak “enayiliğine doyma sen!” diyorum kendime. fakir bir cümle yazacağım da hüviyetini bile beyân etmekten imtinâ eden biri bundan şifâ bulacak, heyhât! evvelâ şu 15 temmuz meselesini bir neticeye vardırmaya çalışalım.

ismini açıkça yazmaktan korkan şahsın bu mevzudaki ithamı şu: “raşit küçükkürtül 15 temmuz gecesi kaybolan küçük kızla epey alakadar olmuş olacak ki ‘millet, kendi başının çaresine bakacak bir örgütlenmeye gidecek dirayetten ve dirlikten hayli uzak.’ diyor.” evvelâ şunu diyeyim: bu yazı, aşkar’ın 36. sayısında neşrolundu. yani “ekim-kasım-aralık 2015” tarihli sayısında. edebifikir’e bu yazıyı gönderirken aşkar’ın 36. sayısında neşredildiğini ifade etmiştim. ama hem edebifikir’in editörünün hem benim ihmâlim var burada. edebifikir editörü, ekseriyetle, fakirden gelen yazıda pek fazla değişiklik yapmaz. eğer bir tashih ihtiyacı görürse yazının sahibine haber verir. gönderdiğim e-mektuptaki ifademi de yazıya ilâve etme ihtiyacı duymamış anlaşılan, edebifikir editörünün ihmâli bu. bendenizin ihmâli de yazıyı gönderirken yazının sonuna “aşkar 36, ekim-kasım-aralık 2015” ibâresini eklememek. yani itham edildiğim cümleyi 15 temmuz 2016’dan neredeyse bir sene evvel kurmuşum. peki, 15 temmuz’la beraber fikrimde bir değişiklik oldu mu? neredeyse “kesin olarak hayır!” diyeceğim.

biz türklerin “ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözü meşhurdur. gerçi berlin duvarı yıkıldıktan sonra doğanların ağzından bu cümleyi hiç işitmedim ya, neyse… daha evvel çeşitli vesilelerle yazdım, söyledim: osmanlı merkeziyetçi politikaları sebebiyle milletin kendine mahsus örgütlenme, müesses bir hareket ortaya koyma imkânları yok olmuş veya yok edilmiştir. bunu tarihle meşgûl olanlar bilir. yeni bir tespit değil, benim en eski gördüğüm yahya kemâl’de var, daha da eskidir bu tespit. bu vaziyet bir günde meydana gelmemiştir. bir 15 temmuz ile de eski hâline gelecek değildir. “ekmeksiz olur, devletsiz olmaz” diye diye elde millet kalmadı. bizim devlet, “modern devlet” kıyafetine büründü. amerikan köpekleri gelip içine oturdu. fakat bize hâlâ eski devlet gibi görünüyor. ya ne yapalım, devlet düşmanı mı olalım? dediğim bu değil. devletin mafyası, devletin yazarı, devletin sanatçısı, devletin fahişesi… her şeyin devletle kaim olduğu bir yerde milletin sivil, kendine ait, zor zamanda müracaat edeceği bir müessesi de organizasyon kabiliyeti de kalmaz. 15 temmuz’da olup bitenler bunu yanlışlayacak hadiseler değildi. o gece, orada gördüğüm insanlar taşkınca silah atmak yerine vakarlı, ağırbaşlı bir şekilde kol kola girip segâh tekbirlerle, salât-ı ümmiyyelerle yürüseler; sabaha kadar marş, türkü söyleyip gerilerinde tertemiz sokaklar bıraksalar da yine aynı cümleyi kurardım. samandıra’da o gece gördüğüm insanların hepsine hürmet ediyorum. o gece gördüğüm insanların çoğu çok samimîydi. benim görmediğim yerlerdeki insanların çoğunun da öyle olduğuna inanıyorum. ama mesele bu değil ki!

türkiye’deki camilerin ağzına kadar insan dolduğunu görsek, hâfız sayımızın kat be kat arttığını görsek, içkinin gündelik hayattan çekildiğini görsek, mütesettir olmayan kadının kalmadığını görsek ümitvâr mı olacağız? size haber vereyim: ümitvâr olmayın. ama kadınların çoğunun “haram lokma istemiyorum ben.” dediğini ve bunun bedelini ödemeye râzı olduğunu görüyorsanız, milyona varan sayıda erkeğin devletten faizle kredi almaktan vazgeçtiğini duyuyorsanız, zenginlerin zekât verdiğini görüyorsanız ümitvâr olabilirsiniz. “türkiye küresel bir güç oluyor.” nasıl oluyor o? türkiye’deki insanlar daha çok mu çalışıyor? sadece mısır’daki arapça bilen ingiliz diplomat sayısı türkiye’nin arapça bilen diplomat sayısından fazlayken türkiye islâm dünyasının liderliğini mi yapıyor? sosyal bilimler liselerinde “islâm coğrafyası” diye bir ders mi var? bizim sosyal bilimcilerimiz patani’nin, doğu timor’un yerini gösterebiliyor da benim bunlardan haberim mi olmadı? demek istediğim şu: kendimizi kandırmayalım. bilmiyorum yazdıklarım ne kadar iknâ edici, izâh edici ama karşımda adı sanı belli biri olmadığı için açıkçası kendimde bunu umursamama hakkı görüyorum.

öteki meselelere gelelim. aslında müstear isimlere cevap vermek pek yerinde bir iş değil. edebifikir’de polemikçiliği seven veya kollektif yazma faaliyetine yatkın pek kimse yok. “kıymetli editörüm, sana bir şiir/bir öykü gönderiyorum.” sonra gömül hayal dünyana! nasıl olacak bilmiyorum? kendimden de edebifikir yazarlarından da memnun değilim. bu iş böyle olmaz. benim havsalama sığdıramadığım ise tahammülsüzlük. kimseyi tenkit edemiyorsun birader! “deli halid paşa” müstearıyla yazan her kimse, kendini zor tutmuş, tahkire birkaç adım kala durmuş. öyle tahmin ediyorum ki bu tanıştığımız biri. eğer hüviyetini aşikâr etse tenkitlerinin hiçbirinden rahatsız olmayacağım ama asıl müstearın arkasından böyle konuşan biriyle tanışıklığı, irtibatı sürdüreceğime üzülüyorum. her neyse, bundan sonra müstearlara mecbur kalmadıkça cevap vermek niyetinde değilim. daha evvel de edebifikir’dekilerin yazarlığını sorgulayan müstearlar oldu. bunlara cevap verilmedi. yazarlık kariyeri peşinde olmadığım için ben hem bunlara hem de “deli halid paşa”mıza bir iki satır cevap vermiş olayım. paşa hazretleri, bendenizi ismet özel’den referans göstermeden yazmakla ödevlendirmişti. aslında bu ödevlendirmede, zımnen, benim “özgün” bir fikre sahip olduğumu söylemiş oluyordu. siz bunu benim yazarlığımın sorgulanmasına kadar götürebilirsiniz. zaten öyle de yapmak gerekir.

gelelim bunların cevabına: benim özgün fikirler serdetmek gibi bir endişem yok. hatta sanatkâr, edebiyatçı, yazar filân da değilim. “deli halid paşa” müstearını kullanacak kadar beni tanıdığına göre bu müstear arkadaş, benim “hatıra saklama ofisi” başlıklı mektubumu da okumuştur. orada zaten demiştim: ben yazar filân değilim, ben bir kayıtçıyım. bu dediklerimi entel pozlar olarak değerlendirenler çıkabilir, canları sağ olsun. ama ne yapalım ki hakikat bu. 17 yaşında bir delikanlı iken bir kitabımın çıkması heyecan vericiydi. ama 25 yaşında ilk kitabımı elime alınca bir heyecan duymadım. 18 ocak 2010 tarihinde benim yazar olmayacağım anlaşılmıştı. niye 18 ocak 2010. onu da edebiyat tarihçisi bulsun, orhan’a selâm! şimdi çıkıp da “yazar değilsen, e bu yazdıkların ne birader?” diye sorabilir haklı olarak. bunlar, bir kayıtçının kalem işçiliklerinden ibaret metinlerdir. bu kadar. edebifikir’e yazarken de iki motivasyonum var: kayıtçılık ve sulhi ceylân. dediğim gibi yazar filân değilim, o yüzden bin tane manifesto, poetika filân döktürecek değilim. çok basit düşünün: sulhi abi ve ben, bir konuda söylenmesi gereken bir söz olduğunu konuşuyoruz. sonra bunu hangimizin yazacağına karar veriyoruz ve elbette bunun edebifikir’de mi yoksa başka bir yerde mi neşredilmesi gerektiğini konuşuyoruz. bu kayıtçılığın yanına kalem işçiliğini de koyabilirsiniz. reklâm metni olmamak kaydıyla bir şeyler yazıp nakit olarak karşılığını aldığım oluyor. allah reklâm metni, sinema veya dizi senaryosu yazmaktan muhafaza eylesin, âmin.

bir dolu lâf ettik amma deli halid paşa hazretlerinin zihninde türk şiiriyle türk milleti arasındaki irtibatları düğümleyecek bir söz sarf etmedik. ismini açıkça yazmayan birine bu kadar gıcıklığımız olsun değil mi?

mehmet raşit küçükkürtül

DİĞER YAZILAR

6 Yorum

  • kethuda , 07/10/2016

    mahalle sokaklarında dolanırken tesadüfen denk geldi sitenizde gezineyim dedim.. racon ve sende yaz kısmında kibir her yeri kaplamış.. yazılara bakayım dedim ehh.. neyse bu konu uzar da yazının üstündeki resim dikkatimi çekti, daha yerli milli mübarekler yok muydu, çelişkiler dünyamda yazınızın bıraktığı tesir, iyi de resim ne iş?

  • Adsiz , 04/10/2016

    Ya ne olmuş yani ümit bir tek oğlan çocuklarına mi isim olarak konuluyor artık öğrenilmiş çaresizlik lerinin yerini parlak çözümlere bırakalım artık ayrıca cuma tatili iyi fikirmis

  • gurgum , 27/09/2016

    18 ocak 2010?

  • receb tayyib erdoğan , 27/09/2016

    o kadar darbe yedim.15 temmuz’u herkes benden iyi biliyor zaten.başıma gelenler malum.bu süreçte edebifikir’i yolculuk yaptığım otobüslerin internetinden takip ettim.bütün uğradığım ihanetlere rağmen tek sığınağım burasıydı.burada biraz olsun nefes alıyor,saklanıyordum.(yan koltukta oturandan pek emin değilim)belki de bilinçli bir şekilde kullanıyordum.bizi iyi hissettiren şeyler işte.(aziz halkımız anladı,çok iyi biliyor).benim üzerimden birçok yazılar yazıyor,değerlendirmelerde bulunuyor,süslü kelimelerin arasına halkın adamı beni sıkıştırıveriyorsunuz bir şekilde.bu bazen samimiyetle bazen de art niyetle oluyor.kavgalarınızın arasına öyle bir yerleştiriveriyorsunuz ki çıkıp milletime hizmet edecek gücü kendimde bulamıyorum.türlü senaryolarınızın telif hakkı ödenmemiş figüranı oluveriyor ve sonunda ne kazandığı ne de kaybettiği belli olmayan biri olarak ortada kalıveriyorum.ya biz bu memlekete aşığız aşık.bize bu müstearı bilmem ne olan ne kadarınız varsa gelin!hepinize hodri meydan!en yakınımızda bizi seven,bizden nefret eden,bizi kıskanan,bizim iyiliğimizi isteyen,çayımızı çorbamızı içen ne kadarınız varsa hepiniz gelin.hangi isim hangi maskeyle geleceksiniz gelin.biz hep buradayız.dün de buradaydık.yarın da Allah’ın izniyle burada olmaya devam edeceğiz.yani müstearlık da sonuçta bir meslek gibi bi şey.müsteşar olamadık diye müstear da mı olmayalım diyen halkıma ben ne derim.milletimiz müsterih olsun.müstearlık bu ülkede hak ettiği yeri bulacak.bu hususta ben milletimin dediğine bakarım.bana ne ya new york’tan paris’ten!!!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir