biz yol hâlinde olalım, bulutlar bizi izlesin

(dör döküntü defteri – 8)

muhterem ağabeyim sulhi ceylân,

mugaddi, kıymetli mektubunu okudum. seni yeni bir cevabî mektuba daha sevk edecek bir mektup çıkar mı kalemimden bilemiyorum. birbirimizi cevabî mektup külfetine icbar etmeyeceğimiz için rahatça yazıyorum. evvela bahadır dadak’tan söz etmeliyim: biliyorsun bahadır dadak yazmanın ne demeye geldiği hususunda önemli bir meseleye sahiptir. bu mesele onu kuşatmış, hatta esir almıştır. nefsini kötüler gibi, yazmayı kötülediği zamanları vardır. kendi yazma tecrübesini tamamen nefsani bir arzuya yani bohemin sularında ruhunu rölantiye almaya bağlıyor. ama bunun da gerçekte yazarlık görüntüsüyle hakikati olmayan sentetik bir imaj edinme, yazarlık imajı edinmeye bağlıyor. gerçi sen bunu, bahadır’ın sözlendikten sonra yazarlığı bırakacağı istikbal için uydurulmuş tumturaklı bahane cümleleri olduğunu öne süreceksindir. olabilir, aranıza girmem bu hususta. ancak şunu diyebilirim: dünyanın gelip geçiciliği ve içindekilerin aldatıcılığı hususunu yeraltı edebiyatı üslubuyla, bohem bir üslûpla ele alıp bir nevi “underground derviş pozu” vermiş, senin çabanı sulandırmıştır. bu uzun bir bahis, ben bahadır’a başka bir konuda hücum etmek istiyorum. hakikatini bilemiyorum ama iftira da sayılsa bu hususta bahadır’ı suçlamaktan yanayım, herhalde sen de buna karşı çıkmazsın: sana hitaben yazdığım mektubun altında üç tane yorum vardı. “ersin’in dayısı” müstearıyla yazan okuyucumuz eğer samimi bir edebifikir okuyucusu değilse muhakkak bahadır dadak’tır. ben bahadır olduğunu, iftira da olsa, iddia ederek ona saldırmak istiyorum. sen de bilirsin ki insanın gönlü hücum etmek istedikten sonra bir bahane muhakkak bulur. aslına bakacak olursan, insan tanıdığı birini böyle konularda daha rahat hırpalıyor galiba.

“raşit adamsın!” yorumunu ancak aydoğan k’nin milyonlarca müstear karakterlerinden birisi veya bahadır dadak yazabilir ve elbette bu sarakaya alan bir yorumdur. bir şey demiyorum, rahatsız olmadım. benim için yazı bazen ayna vazifesi görüyor, nasıl aksettiğimi görmeme yardımcı oluyorum. mesela hasan ejderha olsaydı, o kendi imzasıyla yazar, beni bir tane talebeyle ilgilendiğim için övündüğümü halbuki muzaffer hocamın böyle başından, vakayı âdiyeden saydığı çok talebesinin geçtiğini söylerdi. yazdığım bu yazıdan bir övünme çıkacağını pek düşünmemiştim ama o müstearlı okuyucunun sarakaya aldığını düşündüğüm yorumuna bakarak buradan bir övünme, bir takdir görme arzusu iddia edilebilir. muhakkak benim de takdir görme arzum var, her insanda olduğu gibi. ancak şu var ki bu mektupta anlattığımız hikâye böylesi bir hikâye değil. nasıl izah edeyim, yolda yürürken düşen bir çocuk görsek onu hepimiz kaldırma arzusu duyarız. buradaki durum böyle bir şey. bu mektuptaki hikâyede böyle. yaşadığımız hayatın bizi tabelalarla, reklamlarla, nizami yolların götürdüğü ve gösterdiği alanlarla kuşatması gibi bu hususta da kuşatmıştır diye hissediyorum. gerçekten yardıma muhtaç insanlar ve gerçekten yapılacak yardım, ayağımızın dibinde değil, kuşatılmışlığı aşmadan ona varamayız kanaatindeyim. ara sokağa girmek, yakınlaşmak için gayret etmek lâzım.

dün akşamki misafirlerimden mehmed yaşar (adını anmam vesileyle kendisine dostluk hürmetlerimi arz ederim) oturduğumuz odaya bakmış ve kitaplardan ötürü “fildişi kule” diye tabir etmişti, sonra da diğer misafirimiz refik hüzünkâr’a beni işaret ederek “abi biz kıyıcıydık, edem işte bu kitapların arasına kaçtı” diye zarf atmıştı. (ede, maraş ağzında akrabalık ve samimi yakınlık ifade eden anlamda “ağabey” demektir.) belki de mehmed yaşar’ın şakası bir zaviyeden haklı. mahallesiz kaldığımız ve insanlar mâlî imkânlarına göre şehrin muhtelif bölgelerindeki barınaklarında yaşadıkları için apartmanların içinden bazı yerleri görmek mümkün değil. bu yüzden ara sokaklara girmek, her gün gidilen yolun dışına çıkılmak zarureti var. benden de bir yardım sâdır olacaksa herhalde böyle yapmakla olacak.

bahadır dadak’a gelelim… bildiğin gibi türkiye seçime gittiği için bahadır’ın çalıştığı sektörün en hareketli zamanları yaşanıyor. dolayısıyla bahadır, boynunda bir kravat ve elinde her an çalmaya hazır bir cep telefonu ile istim üstünde, nikah gününü bekleyen bir âdemoğlu olarak hayatını yaşıyor. bu stresten biraz olsun kurtulabilmek için benim mektubuma yorumlar yazdığı gibi senin yazdıklarına provakatif yorumlar yazıyor. yani yazıyordur diye tahmin ediyorum. mesela benim mektup için seçtiğim serlevhanın albenili oluşunu kıskanıp “kardeşim, başlıkla yazı arasında irtibat yok!” minvalinde gene ironi döktürmüş bir başka yorumda. şimdi bekle, senin yazına da ayşe, fatma, hayriye veya merve, büşra, kübra türünden isimlerle yorumlar yazarak senin mektubunun râbıtasını hedef alacaktır. her neyse, biz bahadır’ı bir kenara bırakalım da mevzumuza avdet edelim.

yazdıklarından ötürü seni tenkit ettiğim, mektuplarından ötürü de endişeler serdettiğim oldu elbette. ancak büsbütün bu konuda seni sorumlu tuttuğumu söyleyemem. nâzım hikmet ran’ın şiirlerinde hayat aşkının, yaşamaktan duyulan zevkin bir ifadesi olarak cinsiyete müteallik düz, basit kullanışların daha sonraki aynı gayeyi güden şairlerce başka başka şekillerde ama bu kez daha gelişmiş bir şekilde tekrar kullanılması bunların yanlış değerlendirilmesine neden olmuştur. mesela senin pek sevmediğin orhan veli, halkın zevkini yani avamî zevki ortaya koymak için bunu kullanmıştır ama bunu kullandı diye onu müstehcenlikle itham etmenin pek doğru olmadığı kanaatindeyim. ismet özel’in cinsiyete dair imgeleri hayata bağlı olmayı ve direnmekte ısrarı ifade etmek üzere kullandığı ortadadır. ancak onun da bu hususta yadırgandığını hatırlıyorum. senin de cinsiyete dair hayalleri/imgeleri ve hâlleri yazılarında müteşabih olarak kullanmanın insanın nefsinin terbiye vetiresine dair hususlar olduğu anlaşılmadı. ama ne yaparsın ki cinsiyet gibi akıl baliğ olduktan sonra insanın hayatının ve şahsiyetinin bir parçası olan ve onu bir ömür takip eden meseleyi, bizler terbiyenin ve bilgilenmenin konusu hâline getirmeyi tamamen başarmış değiliz. üniversite mezunu genç kızlarımız, annelerinin kullandığı sediri küçümseyip koltuk takımı alıyor fakat gerdeğe annesinin yaptığı gibi bir yengeden aldığı kulaktan dolma bilgilerle giriyor. kaç tane kızımız kadın ilmihali ve temel cinsel bilgiler türünden kitap okumayı düşünmüştür? böyle bir toplumdan, senin metinlerindeki cinsiyete müteallik ifadelerin mecaz değerini fehmetmesini beklemek, galiba beyhude bir iştir.

bugünün insanı dinin hayattan çıkıp gittiğini itiraf etmese de şuurunda olmadan öyle davranarak yaşıyor. dinin kitaplarda, müslümanların mezarın altında olduğu o çağa geldik galiba. neden böyle diyorum. dönüp baktığımda şu kısa hayatımda fıkhıyla, adabıyla din-i mübini öğrenip hayatına tatbik etmeye çabalayan, kitaptan öğrendiklerini hayata tatbik etmekte sıkıntılar yaşayıp tekrar kitaba bakan ve yaşayan birini bulup “bunu nasıl yapacağız? ben denedim olmuyor.” deyip daha evvel oradan geçmiş olan kişiden tecrübe devşiren pek az kişiyle karşılaştım. böylesi bir dervişlik gayretinde olan herhalde iki elin parmaklarını geçmezdi. elbette yaşama gayreti içinde olan pek çok kimse gördüm fakat mesuliyeti ve mükellefiyeti kendine ait bir yük olarak gören ve nefsinin mükellefiyetin altına süren yani din-i mübini yaşamayı toplumsal bir işin olmanın ötesinden kendi nefsinin bir meselesi hâline getirmiş pek az kişi vardı. “âlemle gelen düğün bayram” havasında din-i mübini yaşayan bir kişinin sonu hayır mıdır? bilen biri söylesin. böylesi bir toplumun, bir kimsenin kaleme aldığı ruh macerasını ne gözle okuyacağını düşünmeliyiz. yola çıkanın ve nefs terbiyesinin hâllerini klasik, eski, menkıbevî dil ile okuyan ve bugün artık öyle bir yaşantının olmayacağını sanarak senin yazdıklarını yanlış değerlendirmesi bekleyeceğimiz bir şey olmalıydı. insanların ekseriyeti, o eski klasik dile âşina oldukları için, meseleyi mefhumuyla değil kelimeleriyle kavradıkları için senin yazdıklarını doğru değerlendirmelerinin mümkün olmadığı kanaatindeyim. öyle ya, bu devirde yaşayan kaldı mı ki yaşadığını kaleme döken olsun! öte yandan şu mesele da var: bir tarafta celal şengör denilen adamın soğuk, maddeci, pozitivist, laboratuvar üslûbuna indirgenmiş bir dille konuşan, mealci gençlerin okuduğu adamlar var. bir tarafta ise soba borusundan çıkar gibi isli isli gelen sesiyle radyo programları yaparken oradan yol bulup “pempe, romantik dindarlık” telkin eden o garip kitapları çırpıştıran sosyal medya oğlanlarının yazdıkları var. işte bu iki cenah içerisinde garip kalman, yazdıklarına müşteri bulman zordu. nitekim bir yanlış anlama örneği olarak vücut buldu yazarlığın. ama senin için esas yaralayıcı, üzücü olan bu değildi. seninle aynı dertleri veya benzer dertleri çektiğini düşündüğün birtakım insanlar, evlenince mutlu oldular ve tekrar kalemi ellerine almadılar. meğer onlar, senin kaleme aldığın ruh macerasını hiç yazmamışlar. senin haykırışlarını ise markette alışveriş yaparken kulaklarına gelen sesin müziğiyle ve etraflarında “baba, baba! şunu da alalım baba!” diye gezen çocuklarının sesiyle bastırmaya çalışıyorlar. bahadır dadak gibi bazı arkadaşların ise şöhret olmak, yazdıklarıyla vücut bulmak değil de piyasa olmak derdinde olduğu anlaşılmış oldu. ben onlara senin kadar kızamıyorum: açıkçası üniversite diplomasının bir kaliteyi ifade etmediği ve vaat ettiği sosyal statüyü getirmediği ortaya çıkmaya başladı. bazen bakıyorsunuz, insanların okumuş adam diye baktıkları kişinin diploması var başka da bir şeyi yok. diploma bir terbiyenin, bir görgünün, bir bilgi seviyesinin ifadesi değil. bu gençler de kendilerine denk birilerini bulmak için işte böyle edebî, kültürel muhitleri rağbet ediyor. ellerinden başka ne gelsin?

gördüğün gibi sözü bir hayli uzatmış bulunuyorum. bahadır’a gönlümce hücum ettim. mektubunda bahsettiğin hususlara da cevap verdim sanıyorum. daha yazmak mümkün, yazmaya yazılır da ancak bu yazıyı okuyacak olanın da bir canı var. hele ki şu oruç mevsiminde…

arz-ı hürmet eder, dualarını rica ederim.

mehmet raşit küçükkürtül

(1 ramazan 1439 – kahramanmaraş)

DİĞER YAZILAR

7 Yorum

  • Vatandaş , 20/05/2018

    Aydoğan K kim be kardeşim.

    • mümtaz ve nuran , 20/05/2018

      bir salça markası.

    • salih , 21/05/2018

      Abdullah karaca’nın takma adıdır.

    • halis , 21/05/2018

      sulhi ceylan’da mektup yazma hastalığını başlatan kişi

    • sümeyye , 21/05/2018

      mustafa çolak’ın 1 çeyrek altını çok gördüğü gönlü zengin büyük K

  • Sayın Aydoğan K, aziz milletimizce de malum olduğu üzere, uzun yıllardır kültür/sanat ve edebiyat dünyasından hem uzak hem de mesafelidir.

    Türkiye’de bir kültür/sanat yayıncılığı olduğuna inanmadığından da herhangi bir şekilde takip ettiği, izlediği, okuduğu bir yayın yoktur. (Sadece telif karşılığı yazdığı dergilerde, editörler yazısının nerelerini kesip biçmiş, diyerek kendi yazılarını okur.)

    Bu yazıdan da basın danışmanı aracılığı ile haberdar olmuş ve gerekli düzeltme metnini hazırlayıp göndermemizi istemiştir.

    Binaenaleyh, sevgili Raşit K’nın bir espri olarak söylediği ”Aydoğan K’nın milyonlarca müstearı” ifadesinin, espriyi anlayamayacak olan okuyucularda kafa karışıklığına yol açmaması için düzeltme gereği duyduk.

    Sayın Aydoğan K, aziz milletimizin de bildiği gibi bugüne kadar adıyla soyadıyla açık açık yazmış, gizli-saklı, müstear kimliklerden uzak durmuştur. Geçmişte ve bugün de sayın Aydoğan K hakkında yazılı ve görsel medyada zaman zaman haberler çıkmaktadır. Bunların hiçbiri gerçek değildir. Sayın Aydoğan K, medyaya mesafelidir ve hiçbir şekilde muhatap olmamaktadır.

    Aziz halkımızın bilgisine sunulur.

    Sayın Aydoğan K adına
    Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu ve Genel Menejeri Rana Özge Hisarcıklı

  • kim feyk kim değil yalnız Allah bilir , 18/05/2018

    Bahadır Dadak ciddiye bile alınmamalı. Cenazesi kalkmış biridir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir